Mitlerin, masalların ve destanların kültürümüzü şekillendirdiği ve düşünüş yapımıza yön verdiği aşikâr. Birçok filmin konusu iç içe geçmiş nice anlatıdan oluşuyor. Geçtiğimiz günlerde sinema dersinde öğrencilerle konuşurken Alman Dışavurumcu teknikten, animasyonları karanlık bir havaya sahip olan Tim Burton’ın filmografisine dek uzun bir söyleşi yaptık. Ders içeriği sinema olunca eskatolojik mitlerden, simgelerden ve alegoriden uzak durmak pek mümkün olmuyor.
Bugüne dek süper kahramanlara atfedilen ve Yahudi mitleriyle birebir ilgisi olan birçok anlatıya rastlamak mümkün. Özellikle kara filmlerin femme-fatale kadınlarını oluşturan donanımlı, asi, bilgili Lilith ve yaratık Golem şüphesiz ki bunlardan en bilineni. Golem’in hikâyesi, Yaratıcı’nın sıfatlarını oluşturan harfleri yeniden dizerek (yaşam/ölüm) bir çamur yığınından farklı bir varlık yaratmaya atıf yapar. Sara Yanarocak’ın ‘Yahudi Mitolojisi ve Folklorü’ yazısında da belirttiği gibi inanışa göre harflerin yazılı olduğu kâğıt veya muska, bir çamur yığını olan Golem’in ağzına yerleştirilir veya başına iliştirilir, muska kaldırılınca, Golem de cansız duruma gelirmiş. Golem, inançlı cemaatin hizmetinde olan kusursuz bir yaratıktır, fakat yine inanışa göre din büyüğü, Golem’i cansız duruma getirmeyi unutunca Golem, yarar sağlamak yerine zarar vermeye başlamıştır. İnsanın eksikliğine, kusurlu haline ve Yaratıcı’ya öykünmesine vurgu yapan Golem hikâyesi, Gustav Meyrink’in ‘Der Golem’ (1915) romanına ve Alman Ekspresyonist Sinema’nın 1920 yapımı aynı isimli filmine esin kaynağı olmuştur. Diğer taraftan dışlanmışın ve ötekinin mücadelesine vurgu yapan ve Dr. Frankenstein’ın, cesetlerin bedenlerinden oluşturarak canlandırdığı yaratığı anlatan romanıyla Mary Shelley de Golem’den esinlenerek dünya edebiyatında önemli bir yere sahiptir.
Yahudi mitlerinin diğer mit ve anlatılarla benzerliği elbette ki söz konusu. Golem, Sümer mitlerinde çamurdan yoğurularak oluşturulan ve hayat verilen insan mitiyle yakınlık arz ediyor ve tabii ki Golem gibi pek çok örnek de vermek mümkün. Ancak, ‘Bir Tim Burton Kitabı’nda da bahsetmiş olduğum Corpse Bride, yani Ölü Gelin’in hikâyesi çok daha hüzünlü bir öyküye sahip.
2005 yapımı Ölü Gelin, Tim Burton’ın alışık olduğumuz Gotik betimlemelerine ve karanlık tasvirlerine oldukça uyumlu. Stop motion tekniğiyle çekilen Ölü Gelin’in hikâyesi de Victoria Dönemi’nde geçiyor. Filmin kahramanı olan genç Victor, içinde yaşam sevinci olan, naif ruhlu, oldukça sakar biri. Bir diğer karakter Victoria ise sevgiye inanan, aşkı arayan ve ailesi, İngiltere’nin en soylu ailelerinden gelen genç bir kız. Ancak lordlar soyundan gelen ailenin en büyük sıkıntısı maddiyat ve bu durumu aşmak için de tek şansları parası olan bir aileye kızlarını gelin olarak vermek. Victor’un babasının balık imparatorluğu ise, aile alt tabakadan olmasına rağmen bu çıkış için oldukça uygun bir seçenek. Filmin hikâyesi buraya kadar melodram örüntülerine benziyor, ancak bütün hikâye düğün provasında Victor’un utangaçlığı ve kendine olan güvensizliğinden ötürü olayların sarpa sarması ve genç çocuğun kendini dışarı atıp söyleyeceği sözleri prova ederken elindeki alyansı kuru bir dal sandığı iskelet parmağına geçirmesiyle başlıyor. Bu esnada iskeletin parçaları birleşiyor ve ölüler diyarından gelen bir gelin canlanarak Victor’un teklifini kabul ediyor.
Animasyonun devamı bir ölüler diyarında, bir yaşayanlar diyarında geçecektir, ancak film bir cinayet hikâyesini anlatmaktadır ve her ne kadar Victor ile Victoria sonunda evlenebilseler de cinayete kurban giden ölü gelinin ruhu özgürlüğe kavuşacak ve herkesin gözü önünde göğe yükselecektir. Bu açıdan aradığı sevgiyi bulamayan ve mutsuz bir sonla biten Ölü Gelin ile ilgili araştırma yaparken o dönem “Burton’ın Ölü Gelin’i Yahudi Kemiklerinden Oluşuyor” veya “Yahudi Halk Öyküsü Ölü Gelin” gibi birçok başlıkla karşılaşmak beni oldukça şaşırtmıştı.
Gerçekten de Tim Burton, yıllar önce duyduğu ve Rusya’da anlatılan bir hikâyeye dayanarak Ölü Gelin’i yaptığını belirtir. Hikâyeye göre gitgide yükselen antisemitizm, Rusya’da da Yahudilere karşı büyük bir nefretin doğmasına neden olur. Bazı köylüler Yahudi gruplarının önünü keserek kimsenin gözünün yaşına bakmadan hepsini katlederler. Öyle ki özellikle de çocuk doğuracaklar diye Yahudi genç kızların ve evlilik çağında olanların canına kıyarlar. Hikâyeye göre bir Yahudi konvoyunun önünü kesen grup, evlenmek üzere gelinliğiyle birlikte yola çıkan ve aynı konvoyda bulunan gelini de katleder. Üstelik gelin, gelinliğiyle birlikte gömülür. Yine o zamanlar Rusya’da yaşamakta olan ve evlenmek üzere olan genç bir adam vardır ve düğün, gelinin bulunduğu köyde yapılacaktır (bir başka rivayete göre gelini almak için gelinin bulunduğu köye gitmektedirler). Arkadaşıyla birlikte yola çıkan genç, gece kamp yapmak için bir yerde konaklar. Damat adayı, o gece düğünde söyleyeceklerinin provasını yaparken elindeki yüzüğü kuru bir dal parçası zannettiği iskelete takar ve ölü bir gelin canlanıverir. Ölü gelinin bedeninde çürükler ve ezikler vardır ve çürüdüğü için vücudundan kurtçuklar çıkmaktadır. Gelin, “Evlilik yeminini ettiniz, parmağıma yüzüğü taktınız, artık sizinle karı kocayız” dedikten sonra genç adamdan bir gelin olarak haklarını ister. Damat adayı ve arkadaşı korkudan ne yapacaklarını şaşırıp oradan hemen kaçarlar. Köye ulaştıklarında hemen hahamı bulurlar ve her şeyi ona anlattıkları esnada ölü gelin de içeriye girerek haklarını istediğini bir kez daha belirtir. Haham bunun üzerine diğer din adamlarını da bir araya toplayarak bir karar alır. Gerçekten de evlilik yemini edildiği için yaşayan damat adayı ile ölü gelin karı-kocadır, ancak ölmüş olan kişiler, yaşayanlar üzerinde herhangi bir hak talep edemez. Ölü gelin çaresizce ağlamaya başlar ve hayallerinin hiçbir zaman gerçekleşmeyeceğini söyleyerek yeniden cansız olarak yere düşer. Hikâyeye göre o esnada ölü gelinin yanına gelen müstakbel gelin adayı, ölü gelinin gözlerini kapatır ve onun kulağına eğilerek ölü gelinin yaşayamadığı düşleri onun adına yaşayacağına ve onun doğuramayacağı çocukları onun adına doğuracağına dair söz verir. Damat ve gelin evlenir, bir sürü çocukları olur ve Ölü Gelin’e güzel bir mezar yaptırarak onu daima anarlar.
Bir başka kaynağa göre hikâye, 17. yüzyıl Yahudi folklorundan gelmekte ve olayların antisemitizmle bir ilgisi bulunmamaktadır. Müstakbel damat iskelet parmaklara yüzüğü geçirdiğinde ceset dirilip “Kocam!” diye bağırmış, dehşete kapılan genç adam ise hahamın daha önce evliliklerini onayladığı gelini getirip ölülerin yaşayanlar üzerinde hiçbir hakka sahip olmadığını söylemiştir. Hayalleri gerçekleşmeyeceği için üzüntü içinde yere yığılan ölü geline ise aynı az önce anlattığım gibi genç adamın müstakbel eşi gelip onun adını yaşatacağına söz vermiş ve sonrasında ölü geline huzurla uyuması için bir mezar yaptırmışlardır.
Filmde de antisemitizme dair hiçbir ipucu bulunmasa da Ölü Gelin’in öyküsünü oluşturan halk hikâyesi aslında oldukça iç parçalayıcı. Karakterlerinden hiçbirine Yahudi ismi koymayan, dahası, film zamanı ve mekânı olarak Ortaçağ İngiltere’sini kullanan Burton, öykünün daha evrensel nitelik kazanması ve aile filmi olması için bu yolu tercih ettiğini belirtiyor. Kim bilir, önümüzdeki dönemlerde daha nice filmde Yahudi halk öykülerine ve mitlerine tanık olacağız… Dilerim hiçbiri Ölü Gelin kadar hüzünlü olmaz…