1 Ocak’ta televizyon kanallarında yayınlanan yılbaşı kutlama görüntüleri dikkatinizi çekti mi? Wuhan’da insanlar yılbaşını sokaklarda karşıladılar. Coşku içinde, ellerinde balonlar, meydanlarda binlerce kişi toplanmış, eğleniyorlar. Ya bizde? Polis arabaları ana arterlerde çapraz şekilde yolu kapatmış, insanlar evlerde pijama - terlik - telefon. Havaya sıkılan silah sesleri ile yeni yıla ‘girdik’. Silah kısmını bilemem ama Avrupa ve Amerika’da da durum farklı değildi. Süngüsü düşmüş, buruk, eski günlere bir an önce kavuşmaktan başka bir dileği olamayan kitleler…
Bu nasıl bir tezattır? Lider toplumlar olarak varsaydığımız ‘Batı medeniyetleri’ tüm üstünlüklerine rağmen pandemi ile mücadelede nasıl oldu da Çin’e tuş oldu?
Aralık ayının son iki haftasında 1,4 milyar nüfuslu Çin’de rapor edilen yeni vaka sayısı günlük 20 ila 30 arasında idi! Bu sayılar 77 bin nüfuslu Andorra’dan bile düşük. Evet, Çin’de Wuhan’daki durumu dünya basınına raporlayan bir gazeteci dört yıl hapis cezasına çarptırıldı; doğru söyleyen doktorları dokuz köyden kovdular. Evet, Komünist Parti hükümeti istatistikleri doğru bildirmedi, sansürledi vesaire... Yine de Çin vatandaşları sürekli maske takma mecburiyeti dışında, eski özgürlüklerine büyük ölçüde kavuşmuş durumdalar.
Avustralya ve Yeni Zelanda Kamu Sağlığı Jurnali’nin 12 Ekim’de yayınlanan sayısında Çin’in pandemi ile neden başarılı olduğunu özetleyen bir makalede araştırmacıların bu konudaki saptamaları şöyle: Çin’in pandemi öncesinde ‘salgınla mücadele’ konusundaki yasal düzenlemeleri, erken uyarı ve iletişim sistemleri ile lojistik altyapısı böyle bir salgını göğüsleyecek düzeyde değildi. Ne olduğunu anlayana kadar 30 günlük bir süreyi harcadılar. Hükümet bu süreden sonra işin vahametinin farkına vardı ve çok hızlı bir şekilde radikal önlemler almaya başladı. Araştırmacılar, Çin’in COVID-19 ile mücadelesinde başarının en önemli nedenlerini şöyle sıralıyor:
1- Arazideki şartlara anında uyum gösterebilen kararlı yönetim: 23 Ocak 2020’de 11 milyon nüfuslu Wuhan şehri tam bir kapanmaya giriyor. 10 hafta süre ile (yazı ile on hafta!) şehir tam anlamı ile tecrit ediliyor. Çin’in çeşitli bölgelerinden 50 bin doktor Wuhan’ın bulunduğu Hubei eyaletine gönderiliyor; hükümet birkaç haftalık sürede devasa hastaneler inşa ediyor. Birinci haftada tüm fabrikaları, ikinci haftada da tüm okulları kapatıyorlar; uzaktan eğitime geçiliyor; velilerden çocuklarının eğitimlerine destek olmaları isteniyor.
2- “Önce biz sonra ben” kültürü: Konfuçyüs’ün 6. yüzyıldan günümüze uzanan ahlaki öğretileri ışığında, Çin halkı salgın karşısında kendisinden önce toplumun menfaatini gözetebiliyor; ne yapılması gerektiğini anlayıp sorumluluk içinde hareket ediyor. Hükümet halkını dinliyor, halk da hükümetini.
3- Güven: Hükümet şeffaf davranıyor; halkını doğru ve yeterli şekilde bilgilendiriyor, alınan önlemleri insanlar görebiliyor ve anlamlandırabiliyor. Hükümetin bu tutumu insanlarda (zaten sorgulamadıkları) güven hissini pekiştiriyor. İnsanlar, önlemlerin etkili olması için zincirin bir parçası oluyor ve hükümet ile gerçek bir koordinasyon içerisinde davranıyorlar.
Araştırmacılar, bugün sahip olunan teknolojik altyapının da COVID-19’a karşı mücadelenin en önemli unsurlarından olduğunu vurguluyor. Çin’de bu teknoloji kısaca ‘ABCD+5G’ olarak adlandırılıyor: Artificial Intelligence, Blockchain, Cloud Computing, big Data ve 5G. Çin hükümeti, pandemi ile mücadelede filyasyon, erken tanı, kaynakları etkin kullanma ve uzaktan eğitim/çalışma konusunda teknolojiyi çok etkin olarak kullanıyor. Bizim özgürlük alanımıza girdiğini düşündüğümüz uygulamalar Çin halkı için sorun değil.
Singapurlu akademisyen Kishore Mahbubani, nisan ayında yayımladığı ‘Has China Won’ isimli kitabında şöyle diyor: “Çin’in 4000 yıllık tarihinde son 30 senedeki kadar hızlı ve yaygın bir zenginleşme olmadı. Komünist Parti bunu ideolojisi ile değil örgütü ile gerçekleştirdi. Günlük yaşamında bu zenginleşmeyi zaten hisseden Çin halkı, pandemide hükümetin talimatlarına uymak ile ilgili bir güven sorunu yaşamıyor.”
Oysa Batı toplumlarına baktığınızda, işçi sınıfının son 30 senede ama özellikle de 2008 finansal krizinden bu yana (küreselleşme sayesinde hızla büyüyen pastadan) hakkını alamadığına dair itirazın doruk noktaya ulaştığını görmekteyiz. World Inequality Database’e göre ABD nüfusunun yüzde 50’sinin toplam gelirden aldığı pay 1980’de yüzde 20 iken 2019’da bu pay yüzde 13’e düşüyor. Bu paylaşım adaletsizliğine demokratik toplumların neredeyse her konuda ikiye yarılmış olduğu, popülist ve hamasi nutuklardan ileri gidemeyen politikacılara duyulan güvenin en düşük seviyede olduğu gerçeği de eklenince, basit bir maskeyi takıp takmamak olayı, özgürlüklerin kısıtlanması ile paralel bir boyutta tartışılabiliyor. Demokrasi ve liberal ekonomik sistemin yaratmış olduğu gelir ve servet uçurumu, pandemi ile mücadelede Batı devletlerinin ayağına takılan bir pranga gibi, COVID-19 ile mücadelede onları başarısız kılıyor. Ya sağlık ya ekonomi çelişkisi arasında bir denge bulmaya, geniş kitlelere yayılmış umutsuzluk ateşini merkez bankalarının tulumbaları ile söndürmeye çalışıyorlar.
COVID-19’la mücadelede ortaya çıkan bu başarı farkı, dünyanın ekonomik ve teknolojik güç merkezinin Batı’dan Doğu’ya doğru kayışının hızlanacağını düşündürüyor.