‘Yıldızlar Barışacak mı?’ başlığıyla bu hafta Şalom TV YouTube kanalında Karel Valansi ve Can Kasapoğlu ile Türkiye-İsrail ilişkilerini masaya yatırdık. 90’lı yıllara kadar bir tarihsel arka plan çizmek ve yazımı ikiye ayırmak istiyorum.
Türkiye-İsrail ilişkileri, İsrail’in 15 Mayıs 1948’de kurulmasından hemen sonra, İsrail’in Mart 1949’da dokuz ay sonra dönemin Cumhurbaşkanı İsmet İnönü ve hükümeti tarafından tanınmasıyla başladı. Türkiye, İsrail’i tanıyan ilk Müslüman ülkedir.
1950’li yıllara gelindiğindeyse İsrail, iktidarda olan Demokrat Parti döneminin dış politikasında önemli bir gündem maddesidir. Çünkü Türkiye, Arap milliyetçiliğinin ağır eleştiri oklarının hedefi olmaya başlar. Özellikle Cemal Abdülnasır yönetimindeki genç subayların 1952’de Mısır’da iktidara gelmesinden itibaren Türkiye ile Arap ülkeleri arasında ve özellikle Mısır ve Suriye arasında bir gerginlik yaşanmaya başlanır.
Türkiye’nin hem 1952’de NATO’ya girmesi hem de İngilizlerin kontrolünde olması düşünülen bir Ortadoğu’da İngiltere ile askeri ittifakı nedeniyle, Demokrat Parti döneminde Arap milliyetçiliğinin antipatisini çeken ülkedir.
Ortadoğu’ya SSCB gücünün girişini engellemek amacıyla Türkiye, 1955’te Adnan Menderes döneminde Irak ile Bağdat Paktını kurar. Pakta İngiltere, İran ve Pakistan da katılır. Askeri bir ittifaktır. SSCB’nin büyük tepkisini alır çünkü çıkarlarına aykırıdır. ABD, gözlemci olarak kalır, pakta girmez. Arap ülkeleri Bağdat Paktına girmemek adına, Abdülnasır liderliğinde büyük tepkiler gösterirler; özellikle Mısır, Suriye, Suudi Arabistan ve Yemen…
Aslında amacı Komünizmin Ortadoğu’ya girişini sınırlamak olan proje, Arap ülkeleri arasındaki bölünmüşlükler, ABD’nin en yakın müttefiki olan İsrail’in pakta dahil olan Irak, İran ve Pakistan tarafından henüz tanınmamış olması, Nasır’ın Araplar arasındaki itibarı ve Suudi Arabistan’daki petrol kaynaklarının ABD şirketleri tarafından işletilmesi nedenleriyle sönümlenir. Bağdat Paktı, 1958’de Irak’taki askeri darbe sonrasında CENTO’ya dönüştü.
İsrail ile Türkiye arasındaki ilk sorun 1956 yılından itibaren Süveyş Kriziyle su yüzüne çıkar.
Türkiye, Süveyş krizi esnasında Fransa ve İngiltere ile birlikte hareket ederek Mısır’ın karşısında yer alınca bir kısım Arap dünyası tarafından büyük eleştiriye maruz kalır. ABD ise İngiltere ve Fransa’yı kınamış ama Mısır’a ılımlı davranmıştır. Türkiye, Süveyş krizi sırasında, Mısır’a saldıran İngiltere ve Fransa’yı müttefiki olduğu için kınamaz ancak İsrail’i kınar. Arada kalmıştır Menderes ve Türkiye’nin izlediği Arap yanlısı politikalar, 1956’dan itibaren diplomatik ilişkileri önce büyükelçilik düzeyine, daha sonra ise maslahatgüzarlık seviyesine indirir.
1958’de İsrail Başbakanı David Ben-Gurion, Mısır’da yükselen Pan-Arap akımların ve bu ülkenin SSCB ile yakın ilişkiler içinde girmesinin Ortadoğu’da İsrail’in güvenliğini tehdit ettiği inancındadır. Böylece İsrail Başbakanı, Arap devletlerinin hareket imkânlarını kısıtlamak için yeni bir oluşum yaratır ve bu oluşuma ‘Çevresel Pakt’ adını verir. Ben-Gurion pakta Arap devletlerinin çevresinde yer alan Etiyopya, İran ve Türkiye’yi dâhil etmek istiyordu. Ben-Gurion Etiyopya ve İran’la güvenlik işbirliği anlaşması imzaladıktan sonra Türkiye’ye yönelir. Türkiye 1958’de, Çevresel Pakta dâhil oldu. Türkiye’nin bu pakta katılmasının en önemli nedeni, İran’ın Bağdat Paktından ayrılmasından sonra güneyde algıladığı tehdidin büyümesi olmuştu. Ancak bu pakt Türkiye’de 1960 darbesinden sonra etkinliğini yitirir.
Arap milliyetçiliğinin çok ön plana çıktığı 60’lı yıllar Türkiye İslam Konferansına üye olur ve İsrail ile olan ilişkilerini ister istemez daha da kontrollü bir biçimde götürmeye başlar. 60 ve 70’li yıllardaki olaylara baktığımızda İsrail-Arap çatışması hakimdir, 1980’li yıllarda birinci ve ikinci intifadanın ortaya çıkışı ile birlikte Filistin sorununa dönüşmüştü. Yani bugün için Türkiye’nin dış politikasında özellikle çok tarafgir olduğu Filistin konusu o zamanlar İsrail Arap çatışması olarak değerlendiriliyordu.
1980 yılında İsrail’in Doğu Kudüs’ü ele geçirerek ‘ebedi’ başkenti ilan etmesinin ardından ilişkiler geriler ve Türkiye, başkonsolosluğunu kapatarak diplomatik ilişkilerini ikinci kâtip seviyesine indirir. İlişkiler, temkinli ve düşük profillidir. 1974’ten 1984’e kadar, Türkiye’nin en önemli meselelerinden biri olan Asala terör örgütünün bitirilmesine İsrail destek verir; Lübnan Harekâtını 1982’de başlatır; MİT ve Mossad arasında askeri istihbarat ilişkileri vardır. Ariel Şaron savunma bakanıdır ve o dönemde Bekaa Vadisindeki kampları, Asala terör örgütü kamplarını da yerle bir eder. 1990’lı yıllar ikili ilişkiler açısından olumludur. 1991 Körfez Savaşı sonrasında Kuzey Irak’ta oluşan otorite boşluğu ile yaşanan gelişmelerden rahatsız olan Türkiye, bölgedeki politikalarının merkezine güvenliği oturtur. 1992 yılı çok önemlidir; yakınlaşma süreci başlar. Çünkü 1492’de İspanya zulmünden kaçan Yahudilerin Osmanlı’ya gelişlerinin 500. yıl dönümüdür. Bu çerçevede 1993’te Türkiye, İsrail ile diplomatik ilişkiyi yeniden büyükelçilik düzeyine yükseltir. Filistin-İsrail arasında Oslo Anlaşmasının imzalanması, ilişkiler daha da yakınlaştırır. 1996 yılında iki ülke arasında imzalanan askeri işbirliği anlaşması PKK ile mücadele eden Türkiye’ye hem istihbarat hem de lojistik açısından ciddi bir katkı sağlar.
İsrail, 80’li ve 90’lı yıllarda ayrılıkçı Kürt örgütleriyle mücadele eden Türkiye’nin yakın destekçisi idi. Türkiye’ye silah ambargosu uygulayan Avrupa ülkelerinin aksine İsrail ambargoyu delerek destek veriyordu. Clinton bu dönemde iki ülke arasındaki görüşmelerde katkıda bulunmuştu.
Suriye’deki başta PKK kampları olmak üzere Bekaa Vadisindeki tüm ayrılıkçı hareketlerle ilgili istihbaratı da bilindiği üzere İsrail, Türkiye’ye sağlamıştı; çok önemli bir istihbarat işbirliği yaşanmıştı. Bir de tabi Abdullah Öcalan’ın Türkiye’ye teslim edilmesinde gerek Amerikan CIA’inin ve MOSSAD’ın yardımlarının olduğunu dönemin Başbakanı Bülent Ecevit’in yapmış olduğu açıklamalardan da biliyoruz.