COVID hikâyem

İvo MOLİNAS Köşe Yazısı 1 yorum
3 Şubat 2021 Çarşamba

Geçen sene şubat ortasında Barcelona’da iş arkadaşımla, o günlerde Çin’de yeni ortaya çıkan, insanlara bulaşma potansiyeli çok yüksek ve tehlikeli bir virüsten konuştuğumuzu hatırlıyorum. Arkadaşımın, “Evet, korona virüsü diyorlar. Yarasalardan geliyormuş, ama Avrupa’ya ulaşmaz, merak etme” dediğini de hatırlıyorum.

Amma velakin, ‘merak etme’ denildikten tam on ay sonra o virüs, aldığım tüm önlemlere rağmen beni bulacak ve bu yaşıma kadar hastaneye düşmemiş, serum nedir bilmeyen biri olarak hayatımın en zorlu günlerini geçirmeme neden olacak, üzerimden adeta tank geçmiş olacaktı.

***

Her şey, çevrimiçi ortamda, çok özel kutladığım, dünyanın her tarafından ailemin ve arkadaşlarımın da katıldığı yeni 0’lı yaş günü kutlamasının ertesi gününe denk düşecekti.

Akşam işten eve dönerken telefonda, “Kendimi iyi hissetmiyorum, çok halsizim, sanırım COVID’e yakalandım” diyen eşimin sesini duyunca ‘çember daralıyor’ sözündeki o çemberin merkezine doğru gittiğimizi çok iyi anlamıştım. Birden başım dönmüş, yalpalamaya başlamış ve her akşamüstü kahve içmeye gittiğim mekâna uğramadan eve dönmüştüm. Eşim sakin bir şekilde, “Yapacak bir şey yok, yarın sabah teste gideceğiz” demiş, ben o geceyi sanki başıma gelecekleri bilerek uykusuz geçirmiştim. Sabah testler yapılır. Akşamüstü cep telefonundaki ‘Hayat eve sığar’ uygulamasında ‘hayatınız büyük risk altında’ ibaresine tıkladığımda, devletin 35 yıllık eşimi benim için büyük tehlike olarak göstermesi tam bir traji-komik durumu teyit edecekti. Zira test sonucu kendisi pozitif, ben nedense negatif çıkmıştım. Eşim için üzülürken erkeklerin daha ağır geçirdiği gerçeğinden yola çıkarak bu işten şimdilik ‘yırttığımı’ sanmıştım.

Ama öyle olmadı, boğazımdaki hareketlenmeler ‘geliyor gelmekte olan’ı dedirtircesine azgınlaşmıştı. On aydır çantamdan eksik etmediğim termometreyle vücut ısıma baktığımda her zamanki ortalama derecenin üzerine çıktığını görecektim. Ertesi sabah yaptığım test bu sefer beklenildiği gibi pozitif çıkacaktı. Eşim kendi odasında aşırı yorgunluktan sürekli yatarken ben ise yorgunlukla alakam olmayacak ama evde geçireceğim iki gün boyunca vücut ısım 39’a yaklaşacaktı. Kızımın zoruyla kendimi hastanede bulacak ve en korktuğum başıma gelecek, yapılan tetkikler sonucu virüs ciğerlerime yıldırım hızıyla inmiş ve büyük bölümünü bloke etmiş bile olacaktı birkaç gün içinde.

Gittiğim özel hastane bu konuda uzmanlaşmış, COVID protokollerini sıkı sıkıya uygulayan ve üstelik sizinle sürekli ilgilenen, en üst kadın yöneticiye sahip bir sağlık kuruluşuydu.

İlk günler rahat geçer, sadece yüksek ateşimin düşmesine yönelik tedavi uygulanırken, yavaş yavaş kandaki dolaşan oksijen miktarı anlamını ifade eden satürasyon endeksinin giderek düştüğü gözlemlenecekti. Bir ara yapılan tetkikte, her nedense normal çıkan sayıdan sonra hemşireye, sevinçten “Sizi öpebilir miyim?” dediğimi ve cevaben, “Olmaz COVID’lisiniz” gibi iyi niyetli bir yanıt aldığımı hatırlıyorum.

Ve sonra zorlu günler başlar. Satürasyon iyice düşer ve yüksek oranda oksijen takviyesi başlar. Günlerce, 24 saat boyunca suratımda oksijen maskesi, kulağımdaki yırtıcı sesle yaşamaya, hatta uyumaya çalışacaktım. Odada hareket kabiliyetim, bağlı bulunduğum oksijen haznesinden dolayı çapı 1,5 metre olan bir yarım daire olacaktı. Gecenin bir vakti uyandığımda “Sanırım bu bir kâbus” der demez acı gerçekle karşı karşıya olduğumu anlamak çok ama çok zor bir ruh haline sokacaktı bu COVID mağdurunu. Bunun ilerisinin ne olacağı, daha da ileriye gidip gitmeyeceği, yoğun bakıma girip entübe olup olmayacağım soruları gecenin o kör karanlığı ve yalnız anlarında ölümü bile düşündürtmeyecek miydi doğal olarak? Hep mottom olan, “İnsan yalnız yaşar ve yalnız da ölür”ü tam dillendirecek anlardı yaşanılan.

Epikür’ün o ünlü sözünü hatırlamıştım bir ara: “Eğer ölüm öldükten sonra size acı vermiyorsa, korkusunun size acı vermesine izin vermek aptallıktır.” Bununla bir nebze rahatladığımı da hatırlıyorum. Ama ya sevdiklerimi bir daha görememek?

Bu arada eşim hastalığı çabuk atlatacak, hem ülke içinde hem ülke dışında tanıdığı tüm doktorlara danışarak düşüncelerini soracak, sonunda hastane doktorlarının da kabulüyle kimi ağır COVID hastalarına uygulanan özel bir tedavide karar kılacaklardı. Tedavi uygulandıktan birkaç gün sonra satürasyon endeksinde yükselmeler başlayacak, bunun verdiği moralle günler sonra herkesin yüzü gülmeye başlayacak, ben ise mühendislik mesleği deformasyonundan olsa gerek, “Ya terse dönerse”yi düşünüp eşimden fırçalar da yiyecektim. İnançsızlığın ve moralsizliğin bağışıklığa en büyük zararı verdiğini anlatmaya çalışacaktı.

Bu arada telefonuma gelen onlarca, belki yüzlerce mesajlara cevap verememenin de sıkıntısını yaşamıyor değildim. Şabat dualarında sağlığımın yerine gelmesi için süreli dualar edildiğini biliyor, Hahambaşım iki günde bir beni yoklamaya çalışıyordu. İsimlerinin geçmesini tercih etmeyen iki özel ve kadim dost da durumu her gün kontrol ederek yapılabilecekler konusunda sürekli eşim ve benimle temas halindeydi. Çıkarsız sevginin ve değer vermenin bir insan için paha biçilmez bir zenginlik olduğunu anlamış olacaktım bu çok zor günlerde.

***

Hastanede üç hafta kaldım. Bir sabah doktorlar gelip, “Bizim görevimiz artık bitti, sadece oksijene ihtiyacınız var, bunu evinizde yapabilirsiniz” deyince galiba artık ölmeyeceğime kani olmuştum. Evin bir odasını sade bir hastane odasına çevirerek gerekli aletler konur. Oksijen desteğine devam edilir. Birkaç gün sonra desteksiz de yaşadığımı fark ettiğimde ağzımdan pek çıkmayan ‘şükür’ kelimesini söyleyiverecektim.

Yedi haftam geçti, evde nekahat dönemindeyim, ciğerlerim ağır hasar gördüğü için çok yavaş kendilerine geliyorlar. Henüz uzun yürüyüşler yapma noktasında değilim ancak her geçen gün iyiye doğru gidiyorum, şükür!

Henüz tam olarak sonlanmamış COVID hikâyem böyle. Özeti, ciddi nefes darlığı, bunun zaman zaman yarattığı korku, panik ve hastalığın başında bilinmezliğin ve öngörülmezliğin merkezinde yaşanabilecek ölüm korkusu

***

Bu arada, ilk karantina döneminde dört ay boyunca onlarca kitap okuyarak, İBB’nin benden yazmamı istediği, İstanbul Yahudileri makalemin bulunduğu ‘İstanbul’un Renkleri’ kitabının, İBB Başkanı’nın da bulunduğu tanıtım toplantısına katılamamanın verdiği üzüntü, yaşadığım büyük üzüntü yanında devede kulak kalacaktı.

2400 yıllık İstanbul Yahudilerinin tarihini anlatan, çok emek vererek mucizevi bir şekilde 70 sayfaya sığdırdığım makalem, COVID zamanımın en kayda değer olumlu hatırası olarak kalacak.

***

Siz, siz olun COVID’e yakalanmamaya çalışın. Gözle görülmediği için, “Virüs bana gelmez” diyenler hayatlarının en büyük şokunu yaşayabilir. Aşıdan da sakın kaçınmayın.

Ölüm korkusu hiçbir şeye benzemiyor.

Tecrübeyle sabit…

 

***

"Haftalar boyunca sağlığım yanı sıra ruh halimle de ilgilenen, bana yoldaşlık eden, bir destekçim vardı: Mustafa Hemşire... Bu da onun COVID hikâyesi..."

BİLİNMEZLE SAVAŞANLAR 

İnsanlığın varoluşundan beri bu en değerli hazinemiz olan sağlık hiç bu kadar ‘acaba’ sorusunu sorduran bir düşmanla karşılaşmış mıydı? “Acaba ben de olacak mıyım? Acaba sonra ne olacak? Ben de geçirdim ama ya daha sonra?” vs, vs.

Evet, düşmanın adı belli olmuştu fakat ne yapacağı, etkisinin ne kadar olacağı, ne kadar süreceği ve nasıl savaşmamız gerektiği belli olmayan, hâlâ net olarak cevapların verilmediği bir savaşın ortasında bulduk kendimizi.

Bilinmezliklerin tam da ortasında, bu savaşın piyadeleri olarak bulduk kendimizi biz hemşireler. O acımasız ve sinsice saldırdı, bizler her koşulda, şartlar ne olursa olsun, yerinde aç, yerinde susuz kalarak onun esir aldığı canlara umut olduk, yerinde umutsuzluğa umut tohumları ektik ve koruduk.

Türlü hikâyelerde, bilinmezlik içeren türlü tablolarla karşılaştık bu savaşta. Bilinmezi anlatmaya çalıştık ve amacımız belliydi: Savaşı kazanmak. Fakat ne yazık ki kayıpsız bir savaş olmayacaktı, bugüne kadar olmasını beklemek de anlamsız belki...

Evet biz hemşireler aldığımız eğitimle, bu süreçte bize empoze edilen sağduyu ve empatik yaklaşımın ve vicdanın vermiş olduğu özveri ve insan üstü gayretle savaştık ve devam ediyoruz savaşmaya. Bu süreçte bedelini zamanımız, bedenimiz ve yerinde canımızla ödedik. Bizi mutlu eden tek şey ise, bir ‘Allah razı olsun’ ve gülen yüzler, saf ve temiz bakışlar oldu, yerinde sevinç, yerinde hüzün gözyaşlarının eşlik ettiği.

Aslında anlatmaya çalıştığım bizler kolluk kuvveti olmamıza rağmen farklı şekilde gelmiş ama adı her yerde aynı olan ölümün üzerine yürürken bize kimin nasıl baktığı ve bize verilen değer. Stres altındasınız, cevapsız bir sürü soru, beklenen bomba ya da mermi sesi yok, sessiz ve sinsice yaklaşan bir düşman ve vurulduğunuzu, düşerken anlıyorsunuz...

Belki de bu süreçte insan olduğumuzu hatırladık ya da sağduyuyu anladık. Nerede yanlış yapıldı ya da yapıyoruz’u sorduk kendimize. Bu tür sorular hep cevapsız kaldı ya da tatmin etmeyen cevaplarla yanıtlandı geçen zaman içerisinde. Ve bunun sebebi bence soruyu soran kişinin de yanıt verenin de korkuyor olmasıydı. Neden mi? Emin olun neden ben de bilmiyorum.

Şimdi ise herkesin eşit şartlarda dahil olduğu, ortak bir korkunun yaşandığı sürecin parçasıyız. Herkesin ortak korkusu, ‘Acaba ben de bu sürecin bir kurbanı mı olacağım?’ ile şekilleniyor.

Yaklaşık 20 yıldır sahada görev yapan, insanların davranışlarını analiz eden, bu süreçte COVID-19 geçirmiş, eş zamanlı olarak kalp kriziyle tanışmış biriyim. Kısacası ne sormaktan ne de verilecek cevaplardan korkmuyorum ve soruyorum: Sağlık adına toplum olarak ne kadar bilinçliyiz? Sağlık sektöründe neler yanlış yapılıyor? Fark edilen yanlış ve hatalar neden aynı kalıyor?

Bizler gelecek adına radikal kararlar almakla mükellefiz bu süreç ve sonrasında. Her birey önce kendisi motive olması ve bilinç kazanması gerekiyor ki bu savaştan galip çıkabilen taraf biz olalım. Yoksa ne düşünecek zaman kalacak, ne de bir şeyleri yapmak için gereken zaman bizim olmaktan çıkmış olacak...

Hemşir Mustafa Şentürk

 

Siz de yorumunuzu yapın

Tüm Yorumları Görün