İlkokulu her sınıfın yarısı olmasa da, en az çeyreğinin Yahudi olduğu bir okulda okumuş olduğumdan o yaşlarda hiçbir zaman farklı, azınlık veya değişik hissetmedim. Dinimden dolayı farklı bir muamele de görmedim. Zaten o okulda pek olası değildi, başka bir okulda okusaydım hayatım nasıl olurdu bilmiyorum. Büyüyüp ilkokul ve Büyükada’nın korumalı balonundan çıkınca, antisemitizm hakkında bilinçlenince, sinagog bombalamaları gibi olaylara şahit olunca bakış açım tamamen değişti. Otuzlu yaşlarda birlikte okuduğum lise sınıf arkadaşlarımdan bile sosyal medyada -şahsıma olmasa bile- antisemit yorumlar yapanlar olduğuna şahit oldum. Kişisine göre gerektiğinde bazı şeylerin şakası olmayacağına dair uyardım, bazılarını ise hiç muhatap olmadan engelledim ama her zaman, anında verdiğim tepkim oldu.
Jewishjournal.com’da David Soussa adlı yazarın antisemitizm konusunda ilginç bir makalesi var (8 Şubat, 2021). Soussa’ya göre antisemitizmle mücadelenin en iyi yolu kızgın (ya da tepkisel) Yahudiler olmak yerine mutlu Yahudiler olmak. Ona göre antisemitizmle mücadeleye ayrılan paralar, Yahudilik hakkında eğitime yatırılmalı. Kendi değerini bilen Yahudilerin daha az kırılgan olduğunu ve antisemit kişileri önemsemediğini savunuyor. Nefrete karşı verilen tepkinin, nefret eden kişilerin ‘oksijeni’ olduğunu ve bundan beslendiklerini sözlerine ekliyor. Yahudi kimliğini nefretin değil, bilginin beslemesi, kızgın değil mutlu Yahudiler olma teoride güzel olabilir. Ancak bence bu teorideki kadar kolay değil. Soussa’nın teorisi, Don Miguel Ruiz’in en sevdiğim kitabı ‘Dört Anlaşma’daki gibi olayları kişisel almama, “insanların sana verdiği tepkiler, senin değil onun karakterini gösterir aslında” yaklaşımını hatırlattı. Kişisel fikrim Soussa’nın yaklaşımının her coğrafyaya, özellikle de bizim coğrafyamız olan Ortadoğu’ya uygun olmayacağı. Fazla iyimser, Polyanna kıvamında bir teori. Bizim coğrafyamız antisemitizmi umursamadan mutlu olmaya hiç müsait değil. En basit ama benim için en üzücü örneği de polis eşliğinde okula girip, okuldan çıkan Yahudi öğrencilerimiz… Ben yine antisemit söylemlere tepkisiz kalamayacağım, varsın kızgın Yahudi desinler.
***
Çocukken en sevdiğim filmlerden biri ‘The Sound of Music’, yani Türkçe bilinen adıyla ‘Neşeli Günler’ idi. Bunda en büyük pay bu filmin Betamax kasetine sahip olan filmi çok seven en iyi arkadaşım, ikinci pay ise o yıllarda fazla film çeşidine sahip olmamızdı. Nitekim 1966 yılında ‘The Sound of Music’, ‘Gone with the Wind’i de geçerek ABD’de en çok gişe yapan film oldu. Başrollerini Julie Andrews ve Christopher Plummer’ın paylaştığı filmin içindeki boy boy çocuklardan ve filmin müzikal yönünden o yaşta çok etkilenmiştim. Yedi çocuklu Kaptan Von Trapp rolündeki Plummer’ın vefat ettiğini gazeteden okumak, çocukluğumdan bir parça koptuğu hissini yarattı bende. Yine de Kaptan Von Trapp’i hüzünle değil, nihai aşkı çocukların güzel sesli mürebbiyesi Maria’yla, boy boy çocuklarla ve güzel şarkılarla hatırlayacağım. Müziğin gücü olsa gerek…