İşte geldi çattı aşka adanan 14 Şubat Sevgililer Günü. Ekonomi biliminin, aşkı genlerimizin devamına bağlayan biyolojiye, insan evladının kabul görme ihtiyacına bağlayan psikolojiye, yükselip alçalan hormonlara bağlayan kimyaya “Durun, benim de aşkla ilgili söyleyeceklerim var” diyerek, aşkın gerçek değerini ölçümleyebildiği gün.
Psikoloji biliminden yola çıkarak aşkı anlamlandırmaya çalışırsak insanların ilgiye, şefkate ve yakınlığa ihtiyaç duyduğundan dolayı nasıl da karşılarındakini idealize ederek sonradan büyük hayal kırıklıkları yaşayabilecekleri gerçeğine toslar, başlıktaki gibi damardan aşk şarkılarının çıkış noktasını buluruz. Biyoloji biliminden yola çıkarak aşkı anlamlandırmaya çalışırsak tüm canlıların nihai hedefi olan genlerini yüz binlerce yıl devam ettirmenin verimli yolunun monogami olmadığı gerçeğine toslar, erkeklerin neden evliliklerde daha az sadık olduklarının çıkış noktasını buluruz. Ne de olsa kadınlar genlerini yavrularına geçirdiklerinden emindir ancak babalar ellerinde gen testi ile yürümüyor, en azından 1980’lere kadar. Memelilerin yalnızca yüzde 9’u tek eşli yaşıyor ve kuşların yüzde 90’ı. Bakınız çifte kumrular. Oysaki yaşamı devam ettirecek üreme prensibine göre tüm yumurtalar bir sepete konmaz.
Biz bu hafta yalnızca içinde gül olan sepetler düşünmek istiyoruz bu sebeple rotamızı kimya bilimine çeviriyoruz ve moral bozucu herhangi bir toslamadan imtina ediyoruz. Ya da bazıları için en kötü toslama kimyadan mı gelecek acaba?
Bilim insanları ne kadar şanslı ki MR’a girmeyi kabul eden aşık denekler bulabildiler zaten deneysiz veya gözlemsiz bilim olmaz. Buradan yola çıkarak beyinlerimizden hangi bölgelerin aktive olduklarını gördüler. Fakat konu aşktan hangi hormonların sorumlu olduğu konusuna gelince taktir edersiniz ki aşıklar beyinlerine çeşitli hormonları bloke eden kimyasalların enjekte edilmesine izin vermedi. Bu noktada canlılar aleminde monogamist özellikleriyle tanınan çayır fareleri imdada yetişti. Bakalım tek eşliliğe yatkın o güzel beyinlerimizde aşık olunca neler oluyor?
Sinir hücrelerindeki bilgi akışını sağlayan küçük kimyasal iletkenlere nörotransmitter diyoruz. Aşkta kadınlarda ve erkeklerde nörotransmitterların ve hormonların belli başlıları yükselerek tepe noktası yapıyor, bazıları da düşerek dip noktası yapıyor. Şimdiden sıkıldınız mı? O zaman sadede geleyim, kadınlar yatağa girince aşık oluyor, erkekler de bağlanma duygusu geliştirdiğinde aşık oluyor. Şimdi kanımca neymiş bu nörotransmitterlar diye daha çok ilgilendiniz, özellikle aramızda gücenen kadınlar varsa…
Üç kategorimiz var baylar, bayanlar ve merdivenden kayanlar. Size seslenmedim bunlar kategorilerimizin adı. Merdivenden kayanlar hem erkekleri hem kadınları kapsıyor, çünkü cinsiyet fark etmeksizin pekâlâ herkes merdivenden kayabilir. Bakalım bu üç kategoride aşık olunduğunda beynimizde neler oluyor? Aşkı da iki basamakta takip edelim, şehvet ve bağlanma.
Merdivenden kayanlar: Beş duyu organınızın her birinden teyit aldıktan sonra karşınızdakinin cazibesine kapıldığınız an, bedeniniz kortizol ve noraepinefrin gibi stres hormonlarıyla dolup taşar. Kaç ya da savaş gibi bir durum olmasa da beden en az onun kadar önemli bir olayın döndüğünün haberini alır. Aşırı odaklanmış hale gelirsiniz. Zaman algınız bozulur. Öyle ki etrafınızda olan biten her şeyi bloke eder, yaşadığınız anı belleğinize kazırsınız. Kim ilk öpüşmesini hatırlamaz ki? Diğer bir nörotransmitter olan seratonin (ruh hali hormonu) ise iner. Aynı obsesif kompulsif hastalarda görüldüğü gibi takıntılı bir ruh haline girersiniz. Bu, neden sevgilinizle telefonda yarım saat boyunca ‘önce sen kapat’ kavgası yaptığınızı açıklayabilir. Hangi aklı başında insan bunu yapar ki?
Mutluluk hormonu diye bilinen dopamin yükselir. Bu her ne kadar aşk tarifinde olmazsa olmaz bir nörotransmitter olarak bilinse de dopaminin play station oynarken ya da çikolata yerken de çıktığını not edelim.
Kadınlar: Aşkın ilk şehvet anlarında testosteron çıkıyor ve kadınlar agresifleşiyor. Sevgili var oldukça, ona sarıldıkça, güzel sözler duydukça yani bağlanma safhasına geçilince oksitosin (güvenme hormonu) yükseliyor. Fakat oksitosinin tavan yapması için kısa bir yol var: Orgazm. Bir de doğum yaparken ve süt verirken fırlıyor ama konumuz orgazm, pardon aşk. Yani oksitosin salgılamak için çok da beklemek gerekmeyebilir. 1990’da yapılan bir deneyde tarla farelerine dışarıdan oksitosin enjekte edildiğinde farelerin çiftiyle sosyal bağ geliştirdiği görüldü. Fareler partnerlerine yaklaşmış ve arkasından ille de cinsel bir ilişki başlamamıştı. Yani oksitosinin monogami ile bir ilgisi olmalıydı.
Erkekler: Oksitosin erkeklerde kadınlarda olduğu kadar yükselemiyor çünkü testosteronları buna engel. Bu durumda erkeklerde vasopressin nörotransmitterine (monogami hormonu) bakıyoruz. Bu nörotransmitter da aşkın bağlanma safhasında kendini gösteriyor, çok ilkel bir hormon ve kendini, çiftini yabancılardan koruyup sadece kendine saklamak adına agresifleşmek şeklinde gösteriyor. Bu hormon cinsel olarak tahrik olunduğunda çıkıyor. Fakat seks gerçekleşince vasopressin aniden düşüyor. Bu durumda erkeklere bolca bu hormondan üretmeleri için zaman vermek gerekiyor.
Oksitosin ve vasopressin hem kadında hem erkekte de olmakla birlikte kadınlarda oksitosin, erkeklerde vasopressin daha ön planda. Gerçek ve sonsuz aşkın hormonları işte bu ikisinin dinamik dansıyla ortaya çıkıyor. Kimyanın tutması diye boşuna dememişler.
Son bir konu: Aşk bağımlılık ve takıntı yaratan bir uyuşturucu gibi midir? Lütfen bunu söyleyenlere itibar etmeyiniz. Böyle denmesinin sebebi uyuşturucu kullanırken salgılanan hormon ve nörotransmitterlar ile aşık olurken salgılananların aynı olması: Norepinefrin, dopamin ve seratonin. Bunların beynin zevk merkezlerinde çok ciddi etkileri var, mutluluktan uçmak gibi. Bunların dışında aşık olmanın kokain çekmeye benzer başka bir yanı yok. Öyle olsaydı aşk iksiri diye satılırdı, öyle değil mi?