1979’un bir temmuz öğleden sonrasında evde valide hanımla otururken, kapının zili acı acı çalacak, kötümser yanımız baskın olduğundan korkarak “Kim o?” diye sorduğumda cevap gelmeyecekti. Büyük bir cesaretle kapıyı açacak, karşımda beliren postacı apartman boşluğunda yankılanacak kadar gür bir sesle, “Müjdemi isterim, Vedat Molinas Boğaziçi Üniversitesi’ni kazanmış, siz misiniz?” diye sorduğunda tam hatırlamadığım bir refleksle “Hadi canım sen de!” deyip sertçe elindeki mektubu alıp, heyecanın da tesiriyle buğulanan miyop gözlerle Boğaziçi, Kimya Mühendisliği ibaresini gördüğümde bütün bina sakinlerinin duyacağı kadar yüksek sesle, “Annneee Boğaziçi’ni kazanmışım” diye bağıracak, saatlerce kendime gelemeyecektim, sevinç ve belirsizlik arasında sarkaç misali gidip gelerek…
***
Üniversite sınavına iyi hazırlanmış, sınavdan sonra kalem kutumu Sarıyer sahilinin ılık sularına fırlatıp atmıştım, kilolarca yükten kurtulmuşçasına. Oysaki üç arkadaşımla birlikte yurt dışında okumaya karar vermiş, hatta sınava girmeden önce gideceğimiz üniversitede okuyacağımız fakülteler bile belli olmuştu.1979 yılı Türkiye için zor yıllardı. Üniversitelerdeki sağcı-solcu savaşları günde neredeyse on öğrencinin ölümüyle sonuçlanırken evde çocuklarını bekleyen anne babaların tedirginlikleri ve korkuları had safhadaydı. Bir tek Boğaziçi Üniversitesi daha çok liberallerin ve solcuların elinde olduğu için orada olay çıkmıyor, adeta ülkenin tek vakasız üniversitesi olarak biliniyordu.
Diğer üç arkadaşım sonbaharı beklemeden yurtdışındaki üniversiteye gidecekler, beni oyunbozanlık yapmakla suçlayacaklar, zira sınav sonucunu beklemek isteyecek, bilinçaltımda yatan ‘BÜ’yü kazanırsam memleketimde kalırım’ düşüncem galip gelecekti nihayetinde.
***
Çatısı bile siyah olan, Karaköy’de, tipik bir Fransız mimarisinin eseri, etrafı dört duvarla çevrili, ortasındaki büyükçe avlusu hapishane izlenimi veren ve sadece erkek öğrencilerin olduğu okulda tam sekiz senemi vermiştim. Ne bir yeşillik, ne de ufku görmüştüm. Tek tesellim, o da izin verildiği kadar, o avluda futbol oynamam olacaktı. Pazartesi sabahları, papaz öğretmenlerin, okulun giriş kapısında, saçınızın uzunluğuna bakarak, standardın dışındaysa ellerindeki makasla acımasızca ensenizde saç kesmesi, yeteri kadar travmatik bir hatıra olarak kalacaktı. Dönemin uzun saç modasına inat, izin verilmiyordu. Zira önemli olan asırlık disiplin kuralları idi. Neyseki Ortaçağ’da gülmeye bile izin vermeyen o skolastik düşünce bu alanda yok olmuştu. Gülmek serbestti!...
Başarılı bir öğrenciydim. Özellikle kompozisyonda sınıf birincisiydim. Örneğin, ünlü şair Arthur Rimbaud’nun uzun bir şiirinden sadece iki mısrayı verip bunların iki sayfalık anlamı istenirdi en önemli sınavda dahi. İnsanın hayal gücünü şairinkiyle birleştirerek yeni açılımların arayışının bir sonucuydu bu tür sınavlar. Ve bir anlamda zihinde kendinizi derinliklere kadar götüren bir düşünme refleksi alıştırmasıydı. Amerikan sistemi olan, çoktan seçmeli sınav kavramına karşıt bir sistemdi ve çok faydasını görecektim.
Lakin okulun edebiyat müfredatı Balzac’a kadar gelip duracaktı. Zira sonraki edebiyatçılar ve düşünürler, Emile Zola, Albert Camus, Jean Paul Sartre, vs gibiler bu skolastik düşünceye uymayan karakterlerdi ve bunun tartışılmasını istemezdi sistem.
Bir sabah edebiyat dersi farklı açılacak ve Fransız hoca birden, iki gün evvel TV’de verilen Stanley Kubrick’in o ölümsüz ‘Zafer Yolları’ filminin ne kadar yanlış ve kötü bir seçim olduğunu aldığı notlarla anlatmaya çalışacaktı. Zira film I. Dünya Savaşı esnasında Fransız Ordusu’nda askerlere yapılan eziyeti tüm çıplaklığıyla anlatan bir filmdi. Sınıfta en çok konuşan biri olarak, filmde beni çok çarpan bir söz olan, “Milliyetçilik alçakların son sığınağıdır” hakkında ne dersiniz diye sorduğumda, “Scandaleux / Skandal!” deyip “Sen de mi solcusun?” diye sorduğunu hiç unutmayacaktım. Skolastik sistem evrilip aşırı milliyetçilik ve tutuculuğu savunan bir döneme girecekti…
Liseyi üçüncülükle bitirip ‘damı bile siyah olan’ şeklinde nitelediğim ama bana derinlikli düşünme refleksini de sağlayan okula bir daha hiç uğramayacaktım. Nedeni, zihnimin karanlık bölgesinden hiç dışarı çıkmayacaktı…
***
Ve arkadaşlarımı ‘satarak’ yurtdışına gitmekten vazgeçip o zamanlar bile Türkiye’nin en önemli üniversitesine kaydımı yaptıracaktım. Kampüse ilk kez gittiğimde gözlerime inanamayacaktım. Devasa yeşil alanlar, kızlı erkekli beraberlikler, mutlu gençler ve tabii ki Türkiye’nin en görkemli manzarasına sahip, 180 derece İstanbul Boğazı’na bakan Güney Kampüs’ün devasa romantik bölümü. Nereden nereye gelmiştim…
Hazırlık sınıfını okuduğum yıl, hayatımın en özgür, en huzurlu yılı olacak ve üniversite kavramının nasıl da liseden farklı olduğunu anladığım günleri içerecekti.
Hazırlık sınıfının Amerikalı kadın hocası sorgulamayı seven bir hoca olarak, bir gün bir soru sorduğunda yine sınıfın çok konuşanı olarak, nerede olduğumu unutarak “Ne kadar da aptalca bir soru” cümlesi ağzımdan çıktığında, hoca beni sınıftan atacağına, “Neden ki?” diye soracak kadar hoşgörülü olacaktı. Ders sonrası özür dilemeye gittiğimde, “Sorunun iyi olmadığını daha yumuşakça söyleyebilirdin ama burası üniversite, özgürce her şeyin açıkça tartışıldığı, sorgulandığı ve öğrencinin düşüncelerine önem veren ve hayatı anlamaya çalıştırtan bir öğrenme yeridir” deyince hayatın başka bir evresine geçtiğimi anlamıştım…
Lakin 12 Eylül darbesi olur ve BÜ’yü hepimizde olduğu gibi hüzün kaplar, anne babaların çocuklarının öldürülmesinden kurtulduklarına sevinmelerine rağmen.
Sloganların atıldığı, sıkı Marksizm tartışmaların yapıldığı ‘solcu kantin’ dağılır, ‘sosyete kantini’ ise daha tedirgin ‘sosyetiklerin’ olduğu bir kantine dönüşür.
Lakin yıllar sonra bile, her şeye rağmen özgür ve sorgulayıcı yapı değişmez BÜ’de. Zira genlerinde özgürlüğü taşıyan bir üniversiteydi BÜ.
***
Bugün ise BÜ ile ilgili gelişen olaylar hüzün verici olmaktan öte özgür ruhları yaralayıcı nitelikte.
Türkiye’nin nadide çiçeğini diğerlerine benzetme çabalarından bahsediliyor. Türkiye’nin en başarılı ve ülkeyi her dalda ileriye götürecek öğrencilerin olduğu üniversitede o parlak öğrenciler, ‘özgürlüklerine’ halel gelmekten endişe ettikleri için, yapılan tasarruflara, bilimsel özerkliklerinin devam etmesi adına, her demokratik ülke geleneğinde olduğu gibi barışçı bir şekilde karşı çıkıyorlar. Yeter ki, provokatörlerin oyununa gelmesinler.
Dinlemek lazım onları. Yanılıyor olabilirler. Lakin, anlamaz ve dinlemez isek bu başarılı çocukları bu ülke kaybedecek, kapılarında parlak beyinleri bekleyen diğer ülkeler kazanacak.
Sanırım kimse BÜ’nin, başarıda zemin kaybetmesine, öğrencilerini ise yurtdışına kaptırmayı istemiyor.
O halde bu özel üniversitenin özgürlükle yoğrulmuş özgün kültürünü ve Türkiye’nin en başarılı öğrencilerini anlamaya çalışalım. Ortak bir yol bulalım.
Amacımız diğer üniversiteleri bu düzeye çıkarmak olsun.
BÜ, Türkiye’nin ayrıksı bir güzelliğidir, zenginliğidir.
Tecrübeyle sabit zira.