İlyada…

Sami AJİ Köşe Yazısı
3 Mart 2021 Çarşamba

“Hoppala! Bu da nereden çıktı şimdi… Her şey bitti de destanlara mı başladık?” diye söylenmeye başladığınızdan eminim. Vallahi bu işte benim hiçbir suçum yok.

Geçenlerde sevgili Cako Molinas, “İlyada hakkında bir yazı yazsana” mealinde bir mail gönderdi. Eh, “Arkadaş hatırını kıracağıma kolum kırılsın,” dedim ve kaleme sarıldım. Takdir veya tenkitlerinizi lütfen ona tevcih ediniz. Teşekkürler…

Kulunuz daha ilkokulun ikinci sınıfındayken Truva adını duymaya başladı. Kitabımızda Tahta At öyküsü bir masal gibi anlatılıyordu (zaten masal ya).

Beşinci sınıfın sonuna kadar pek o bölümlerle uğraşmadık. Akalar, Truvalılar, Mikenler, Atinalılar, Spartalılar, Korentliler, Traklar (şimdiki Trakya yöresinde yaşayanlara eskiden verilen isim) gibi milletlerden bahsediliyordu ama özellikle Truva ile ilgili bir vurgu yoktu.

Fransız okullarına gittiğimizde ‘Homère’ (Homeros) ismi neredeyse gün aşırı kulağımızda çınlamaya başladı. Hemen ardından ‘l’Iliade et L’Odysée’ sözleri geliyordu. Ne oluyoruz demeye kalmadan İlyada’yı bölüm bölüm Fransızca incelemeye başlamaz mıyız?

İlyada ile kalsak neyse, diyeceğim. Hemen ardından Odysseia geldi. Odysseia’nın sonunda İtaka Kralı Odysseus, Truva’dan dönüşünde, onu sadakat ve sabırla bekleyen karısı Penelope’ya kavuştu. “Happy end” dedik.

Ama biz kurtulmadık. Sınıfımız yükseldikçe sıkıntımız arttı. Virgil’in Aeneis destanına başladık. O da Truva’da tahta atı, şehrin nasıl talan edildiğini ve oradan nasıl kurtulduğunu anlatmakla başlar, İtalya sahillerine nasıl vardığını anlatır.

Ona da eyvallah demeye vakit kalmadı. Önümüze Fransız klasik tiyatrolarını sürmeye başlamazlar mı? Önce Racine’nin Andromaque ve Iphigenie en Aulide. Kaderimiz buymuş deyip onları da sineye çektik. Yetinmediler mezun olacağımıza yakın bir de Jean Giraudoux’nın ‘La guerre de Troie n’aura pas lieu’ (Truva harbi yapılmayacak) adlı piyesini burnumuza dayadılar.

O anda arkadaşlarla karar verdik: “Gidip şu Truva’yı biz bir daha yıkalım ve hafızalardan silelim.”  

Aslında İlyada on yıl sürdüğü varsayılan Truva savaşının sadece -sıkı durun- 51 gününü anlatır. Ancak bugünün tekniği ile söylemek istersek ‘flash back’lerle geriye gider, bazen de ileride olacaklar hakkında kehanetlerde bulunur.

Bu on yıl zarfında olup bitenler ne akla ne mantığa, ne de hafızaya sığar. En parlak Brezilya dizileri bile Homeros’un eline su dökemez. Aşk, intikam, kıskançlık, sahtekârlık, yalancılık, dolandırıcılık, mafya ilişkileri, seks ilişkileri, inanılması zor savaş sahneleri ve bunları takip eden gaddarlıklar, görkemli cenaze törenleri, ne isterseniz var.

İşleri daha da karıştırmak için Yunan tanrı ve tanrıçalarının nerede ise cümlesi savaşta yer almışlar. Kimileri Akaları tutuyor kimileri Truvalıları.

En tepede Zeus ve karısı Hera birbirine karşı. Zaten Hera, Zeus’un çapkınlıklarından, gayrı meşru ilişkilerinden bıkmış usanmış, onu zor durumda bırakmak için elinden geleni ardına koymuyor. Deniz tanrısı Poseidon, ‘bu iş benim hâkim olduğum denizlerde yer alıyor. Benim sahama girmeyin’ diye diğer tanrılarla dalaşıyor.

Savaş uzadıkça herkes kendine müttefik arıyor. Akalar kara Yunanistan’dan, Truvalılar Anadolu’dan, küçüklü büyüklü krallıkları çevrelerine topluyor. Hatta Samsun yöresinden Amazonlar dahi Truva’ya yardıma geliyor. (Amazonların kraliçesi ile ünlü kahraman Akhilleus arasındaki, trajediyle biten ihtiraslı aşk, başlı başına bir bölüm teşkil eder.)

Hepsi güzel de Truva harbi niye başladı? Ege’nin iki kıyısında sessiz sakin yaşayan, aynı medeniyeti paylaşan iki millet niye ölümüne birbirilerine girdiler? Bu safhada Homeros’un hayal gücüne hayran kaldım vallahi.

Efendim, meğerse Truva prenslerinden yakışıklı Paris, Sparta’ya elçi tayin edilir. Ve orada görevdeyken ünlü Menelaos’un karısı, güzelliği dillere destan, Helen’a âşık olur ve kısa zamanda onu baştan çıkararak Truva’ya götürür.

Menelaos çılgına döner. Karısının kaçırıldığını iddia eder ve ağabeyi Miken Kralı Agamemnon’a durumu anlatır. Agamemnon bir saniye tereddüt etmez. Derhal dost ve kardeş ülkelerle temasa geçer. Onların donanmalarının da desteğini alarak süratle Truva’ya doğru yelken açar.

Mantıken Ege’nin bir kıyısından diğerine gitmek o tarihlerde bile bir-iki günlük zaman alırdı. Dediğim gibi işe tanrılar karıştı. Önce Aka kaptanlarının rotalarını şaşırttılar. Aka taraftarı tanrılar işin farkına varınca derhal yönü düzlettiler ama zaman aldı. Tam, yola yeniden çıkacaklardı ki bu sefer rüzgârlar kesiliverdi. Bekle ki hava düzelsin. Düzelmiyor birader!

Nihayet kâhinlerden biri Agamemnon’a tanrıların rüzgârı estirmeleri için bir kurban beklediklerini söyler. Seçtikleri ise Agamemnon’un kızıdır: İfigenya.

Alın size bir problem daha. Tahmin edeceğiniz gibi kızın anası asla razı olmaz. Kocasına “Al Truva’yı başına çal, benim kızım daha kıymetli” der ve İfigenya’yı kaçırır.

İş onunla bitmez… Yenilmez ünlü komutan Akhilleus, İfigenya’ya âşıktır, onunla evlenmek istemektedir. Haberi alır almaz derhal Agamemnon’un karşısına çıkar ve “Onun teline dokunursan bil ki ben şuradan şuraya gitmem” der ve hışımla kralın yanında ayrılır.

Tanrılarla pazarlığa oturmaktan başka çare yoktur. Bir tarafta av tanrıçası Artemis, diğer tarafta ana-kız, başka köşede Akhilleus ve masa başında Agamemnon. Sonuçta, İfigenya kurban edilmeyecek ama Artemis tapınağına rahibe olacak ve rüzgâr estirilecektir. Baba memnun, ana memnun ama Akhilleus müthiş kızgındır. Truva seferine katılacaktır ancak “Benden fazla bir şey beklemeyin” diyerek amiyane tabirle, postasını koyar. 

Nihayet donanma Truva kıyılarına varır ve kuşatma başlar. Çatışmalar sürer de sürer. Akalar bir türlü Truvalıları yenmeye muvaffak olamaz. Savaş çok uzun sürmektedir. Askerlerde kızgınlık ve geri dönüş istekleri başlamıştır. Akhilleus’in askerleriyle bu savaşa müdahale etmesi şarttır.

İşte, Homeros’un İlyada’sı tam bu noktada başlar. Akhilleus’u ikna etme çabaları uzun uzun anlatılır. Adam oralı değil.

Ancak can dostu Patroklos bir gün onun zırhını ve miğferini giyerek muharebeye katılır. Diğer Akalılar onu Akhilleus zannederek müthiş bir moralle saldırıya geçer, neredeyse Truva kapılarına yaklaşmışlardır… Fakaaat! Truva kralının oğlu Hektor, Patroklos’un karşısına geçer ve düelloyla onu yener. Zafer çığlıkları atar. Öldürdüğü kişiyi Akhilleus zannetmektedir.

Gerçek kısa zamanda ortaya çıkar hem Akalar hem Truvalılar bozuk bir moralle kendi karargâhlarına geri çekilir.

Can dostunun cesedini gören Akhilleus deliye döner. Derhal adamlarını toplar ve surların önüne gelir. Hektor’u düelloya davet eder. Hektor kabul eder. Çok uzun süren mücadeleden sonra (Truva surlarının etrafını 7 kere döndükleri anlatılır) Akhilleus Hektor’u öldürür. Bununla kalmaz Hektor’un cesedini savaş arabasının arkasına bağlar ve günlerce sürükler.

Truva Kralı Priamos buna dayanamaz. Bir gece tedbil-i kıyafetle Akhilleus’un çadırına gider. Ayaklarına kapanır. Çok duygusal bir yakarıştan sonra oğlunun cesedini geri alır.

Muazzam bir cenaze töreni tertiplenir. Artık Truva’nın sonuna yaklaşıldığı bellidir.

 Ve Homeros İlyada’yı burada sona erdirir.   

Ben de yazımı burada sona erdiriyorum. Buraya kadar okuyabildinizse,  bravo sizlere! Emin olun size destanının suyunun suyunu aktardım.

Bu destanlar halkların ağızdan ağıza aktardıkları bazı tarihi olaylardan ilham almakla birlikte gerçekleri yansıtmamaktadır. Ama insanların hayal gücünün nerelere kadar gidebildiğinin muhteşem birer örneğidirler.

 

Not: Not koymadım. Bir de notlara başlasaydım gazetede iki sayfa daha gerekirdi. Hele tanrıların arasındaki ilişkileri anlatmaya kalksam vallahi sansüre takılırdım.     

Siz de yorumunuzu yapın

Tüm Yorumları Görün