“Burada pencerenin yakınına oturup, dışarıya, çok yavaş değişen mevsimlere bakarak, biraz okumanın, ufak tefek notlar alabilmenin en iyi yaşam biçimi olduğuna giderek, daha çok, inanıyoruz.”
Böyle yazmıştı Demir Özlü, Ferit Edgü’ye Stockholm’den gönderdiği mektuplarından birinde. İki usta yazarın mektuplaşmalarını içeren ‘Özyurdunda Yabancı Olmak’ adlı kitabı dört yıl öncesinde okumuştum.
İsveççe öğrenme ve İsveç’e taşınma sürecinde Demir Özlü’yle tanışabilmek, ona kitabını imzalattırabilmek, onla sohbet edebilmek anılarda kalıyor demek şimdi.
Demir Özlü’nün dünyamızdan ayrılışı, birçok kişinin içinden yaprak koparıyor, karışık ve zor duygular uyandırıyor. Ben ise öykü ve anlatılarını okuduğum, ilham aldığım, varoluşçu düşüncelerimi pekiştirdiğim bir Demir Özlü yansıması buluyorum içimde. O, İstanbul’dan İsveç’e kurduğum köprünün temelleri arasında yer alıyor. Onun edebiyatından yaşamıma izdüşümler, İsveç’teki varoluşuma tatlı bir aydınlık katıyor. Benzer ve özünde coğrafyadan bağımsız farklı katkıları tıpkı Ferit Edgü ve Tezer Özlü’nün eserlerinde bulduğum gibi… Bu, kişiye özel, saf bir biçimde yaşamdan yana ve dünyamızın maddi sınırlarından bağımsız. Sanata, sanatçıya ve yazarlığa yakıştırdığımız ölümsüzlük kavramının sanırım bir kökü de burada.
Demir Özlü’nün İsveç’e göç etmesinde birçok zorlayıcı etken vardı. İsveç’te yaşadığı uzun yılların ürünlerinden biri olan ‘Stockholm Öykülerini’ ise büyük bir iştahla okumuştum. Öte yandan yazara yönelmemin kökeninde İsveç’ten önce, varoluşçuluk ve 50 kuşağı yazarlarına duyduğum ilgi vardı. Konuların ve coğrafyaların kesişmesi şanstı.
‘Bir Beyoğlu Düşü - Berlin’de Sanrı - Kanallar’, ‘İşte Senin Hayatın’, ‘Sürgün Küçük Bulutlar’ keyifle, sayfaların tadına vara vara okuduğum kitaplardı. Onun öyküleştirdiği İstanbul, Paris, Berlin sokaklarında gerçek ve düşlerin tatlı, buğulu sınırında gezindim okur olarak. Onun yakaladığı kıvam, zihinlerde edebi bir lezzet bıraktı. Acı tatlı yaşanmışlıkları, ustaca, sanki sihirli bir elekten geçirerek yazmıştı Demir Özlü. Cesur ve bir o kadar da hassastı.
‘Güvercinler ve Matmazelleri’ okumuştum ondan en son, 2018 Nisan’dı. Stockholm’e bahar, soğuk güneşli günlerin arasından bir yerden yaklaşıyordu. Zor bir dönemimde, onun bu son öyküleri ruhumda iyileştirici bir etki yaratmıştı. Sanki bir terapist gibiydi; usulca, sakince, içsel bir dinginliğe kavuşmuştum onun anlatımıyla.
Bugün Stockholm, gündelik yaşamdaki pratik gerçekleriyle benim kentim olmaktan uzakta. Öte yandan Demir Özlü kanımca Stockholm’ü edebiyatıyla fethetti, hatta yendi. Onun bıraktığı izleri uzun yıllar boyunca takip edeceğim.
Sadece Stockholm’ün değil, diğer birçok başka kentin sokaklarında, kafelerinde, pasajlarında, barlarında, insanlarında, garlarında, lokantalarında, dairelerinde dolaştı Demir Özlü. Büyük taleplerde bulunmadı, acele edip koşturmadı, zorlamadı bir şeyleri. Yeri ve zamanı yaşarken, bunu kendi doğallıyla gerçekleştirdi. Sloganlar, popüler söylemler, modalar ve trendler onun için belirleyici olmadı. Gözlemledi, düşledi ve aktardı. Onun ve kuşağının sayesinde modern Türk edebiyatı yerleşti, yeşerdi içimde.
Yazının başında aktardığım alıntıya bir kez daha Demir Özlü’ye ve yaşamıma yaklaşıyorum. Pencerenin yanında oturup, dışarıya, çok yavaş değişen mevsimlere bakmak, okumak, notlar almak… Bu iyi bir yaşam biçimi, okuru olarak onun inancını paylaşıyorum. Son bir haftadır kış biter, bahar bir kez daha yaklaşır gibi hissediliyor. Bu İskandinavya'nın bir şaşırtmacası olabilir. Sabırla beklemeli.
Demir Özlü’yü okumayı sürdüreceğim. Bu, uzun bir veda olmalı. Hüzün kadar, yaşamın gerçeklerinin biraz olsun hayallerle de demlenebileceğini anlatan bir veda…