Yıllar önce bir gün, henüz hayattayken, annemle mutat günlük İstanbul-Ankara telefon konuşmamı yaparken İngilizlerden söz açıldı. 1925 doğumlu valide hanım kendi bilincindeki imgeyi dile tercüme etti ve ‘mutaassıp millet’ dedi. Çocukluğumda bu sözcüğü, ‘mutaassıp’, çok sık duyardım. Sonradan kayboldu. Yerini ‘muhafazakarlık’ aldı. Şimdilerde o da yavaş yavaş eriyor, yerini ‘mütedeyyin’e bırakıyor.
Sayısız sorusundan o günün payına düşenlere cevap verip, doğallıkla gün yüzü görmemiş bazı soruları da cevaplayamayarak karşılıksız bırakıp, annemle telefon görüşmesini tamamladıktan sonra bu mutaassıp sözcüğü aklıma takılmış ve gidip Ankara Kolejinin Hazırlık sınıfına başladığımda, bir akşam babamın elinde getirip verdiği, orijinal cildi parçalandıktan sonra da güzel bir bordo cüppe giydirdiğim (Fransızcada cilde ‘reliure’ denir, ‘cüppe’ anlamınadır. Eyüboğlu kardeşlerden biri diğerine mektup yazarken babalarından kalan bir kitaptan söz eder ve ‘bugünlerde güzel bir cüppe giyecek’ der, ben de o cümleye telmihle böyle söylüyorum) elimin altından eksik etmediğim (artık ne yalan söyleyeyim ben de google’ı kullanıyorum sözlük olarak) Redhouse Sözlüğüne bakmıştım: Osmanlıca-İngilizce olanına (muhteşemdir) ve hayretle karşılığında ‘fanatical’, ‘fanatic’, ‘bigoted’ sözcüklerini bulmuştum. İngilizce- Türkçe olanında da ‘fanatic’ sözcüğünün karşısında ‘mutaassıp’ın yanına bir güzel sözcük daha eklenmiş: ‘müfrit’. Haydi, buyurun bakalım!...
Her zaman yaptığım gibi etimolojiye yöneldim. Nişanyan Sözlüğü meseleyi hallediyor mu daha da güçleştiriyor mu, anlayamadım, ilk bakışta. ‘Mutaassıp’, Arapça ‘şb’ kökünden geliyor, bunu görünce acaba ‘şube’ mi dedim, ona da baktım, hayır, şube, ağaç dalı demek, Şubat oradan türemiş. Peki, biraz daha ilerleyelim, efendim, ‘aşiret dayanışması içinde olan’ demekmiş ve o da ‘fanatik’ sözcüğünü ekliyor. ‘Aşaba’ sözcüğüne değiniyor ki, ‘sarmaş dolaş oldu’ demekmiş.
Bu durumda dönüp ‘fanatik’ sözcüğünü irdeliyoruz. The Oxford Dictionary of English Etymology’ye bakıyoruz. (Oxford olsun, taştan olsun!) Aaa, Latince ‘fanum’dan geliyor, çok iyi biliyorum, ‘tapınak’ demektir. ‘Fanaticus’, tapınakla ilgili oluyor bu durumda. (Sakın unutmayın, bizim ‘laik’ karşılığı düşündüğümüz ‘profane’ sözcüğü de ‘fanum’dan gelir, dışında, önünde anlamındaki ‘pro’ ön ekini almıştır: ‘tapınağın dışında’. 1450’lerde ‘din dışı’ anlamını yükleniyor. Yalnız bir şey söyleyeyim: Amerikancada ‘profanity’ bu anlamları taşımaz. Sövmek, kaba saba konuşmak, lanet okumak demektir ki, düşünürseniz bu dinsel (tapınak dışı) anlamıyla uzak bir akrabalık kurarsınız. Bu da benden olsun!)
Bizim rahmetli validenin ‘mutaassıp’ sözcüğünü İngiliz devlet-i fehimanesi için kullanması bu durumda doğrulanıyor. Tabii, Jale Nihal Hanım meseleyi salt din değil örf, adet, gelenek, görenek bağlılığı yönünden değerlendiriyordu ama bir şeye bağlılık bakımından dediği doğru. Bugün de ‘mutaassıp’ dediğimizde itiraf edelim dinsel bir alt anlam devreye giriyor. Ama ‘fanatik’ dediğimizde, aklımıza sadece futbol sapkınları, ‘hooliganlar’ geliyor.
Bunca lafı ben de ‘hepimiz fanatiğiz’ dediğimde din bağlamında değil, din de içlerinde olmak üzere hemen her konuda ödünsüz, karşıdakine kapalı, kendi bildiğinden mek parmak şaşmayan (‘bir parmak’ demektir, şimdi ‘mek’in etimolojisine girmeyelim ama Oktay Rifat’ın ‘sen balık değilsin ki Ahmet/mek parmak, mek parmak daha/ sonu selamet’ mısralarını anmadan geçmem), dediğim dedikçi insanları kastediyorum. Ve bu konu üstünde düşünüyorum. (Bilhassa Sabahattin Eyüboğlu ve çevresi bir dönemde ‘bağnaz’ sözcüğünü çok kullanırdı. Onu ‘yobaz’, ‘softa’ karşılığı düşünüyorlardı. O da unutuldu. Oysa ‘fanatik’i iyi göğüslediğini sanıyorum.)
‘Fanatik’ sözcüğünün dinsel kökeni beni şaşırtmıyor. Dinin inançla olan ilişkisi malum, yeni bir şey söylemek zor. Asıl mesele modernleşmeyle birlikte başlayan büyük dönüşüm. Herkesin bildiğini tekrarlamak anlamsız ama modernleşme dediğimiz sorgulama dönemi, sadece Türkçede gündelik dilde bu kadar kullanıldığını ve politik içerik yüklendiğini gördüğüm Aydınlanmanın önce İskoç (bizde hiç ele alınmaz, hiç bilinmez) sonra da Fransız kolu taassubu devre dışı bırakmanın çabasındadır. Kimilerine göre Newton’un, Kepler ve Galile’yi izleyerek geliştirdiği çözümlemelerinin yer aldığı 1687 tarihli Principia Mathematica’yla başlayan bilimsel devrim bu sonucu doğurmuştur. Artık hiçbir şeye körü körüne inanılmayacak, her şey ‘saf aklın eleştirisi’nden geçecektir.
Benzeri bir şey daha eski tarihlerde Rönesans’ta cereyan etmiştir. Dönemin düşünürleri Fransız Aydınlanmasındaki kadar bile din dışı değildi. (Kaldı ki, Aydınlanmacı felsefeciler dindar insanlardı.) Maksatları Orta Çağ teolojisinden uzaklaşıp kutsal kitabı yeniden yorumlamaktı, ‘kaynağa’ dönmekti: ad fontes. Luther’in İncil’i Almancaya tercümesi de başka bir anlam taşımıyordu. Aydınlanma bu anlayışı gidebileceği noktaya kadar itti, Fransız Devrimiyle taçlandırdı ve ‘özgürlük, eşitlik, kardeşlik’ ilkeleriyle ‘sivil’ bir anlayışa dayalı laisizmin önünü açtı. Laisizm tamam dinle devleti ayırmaktır ama özünde din dışı ahlak, toplum ilişkileri, benlik tasavvurudur. Benim tanımımla dünyayı dünyanın bilgisiyle açıklamaktır. Özgür düşünmektir yani.
Peki, ama bütün bunlardan sonra bugün dünyanın geldiği şu noktayı nasıl açıklayacağız? Kadın hakları konusuna bakalım, kadının toplumsal konumuna bakalım. Memnun olduğunu söyleyen çıkar mı, sanmıyorum. LGBT konusundaki hoşgörüsüzlüğü ele alalım. Irk, cinsiyet, dil temelinde kendimizi tanımladığımız parametrelerin dışında bir tanım önerisi getirenlerin halini gözden geçirelim. Dünyanın her yeri bu türden zıtlaşmaların yarattığı çatışmalarla yüklü.
Bugün böyle de daha dün sayılacak geçmişte böyle değil mi? Çocukluğum, Amerikan siyahlarının hak arayışlarına tanıklık etmekle geçti. Green Book filmi ortada dolaşıyor. İzleyenler küçük değil büyük dillerini yutabilir. Green Book siyahların Amerika’da izleyecekleri rotaları ve kalabilecekleri otelleri gösteren kılavuz. Geçenlerde de bir başka filmde gördüm: beyaz adam siyah dostuyla can ciğer kuzu sarması. Terasta oturuyorlar, sohbet edip geçmişi anıyorlar. Beyazın kızı geliyor dolabı kaldırmadığını söylüyor. Bizim iri yarı zenci el atayım deyince arkadaşı, kusura bakma diyor, eve alamam seni.
Bütün bunları insanlar nasıl yapıyor? Bunca uzun bir aradan ve bunca uzun bir tarihten sonra bilinç dediğimiz düşünceler ve kültür bütünü nasıl böyle bir çıkmaz sokakta donup kalabilir?
Sorunun başka bir yönü daha var. İlerici, dünyayı değiştirmeye durmuş bazı görüşler de zamanla kendi içlerinde donup, tıkanıp kalıyor. Devrimler bu bakımdan çok önemli bir laboratuvar. Rus ve Mao Devrimi ertesinde, hatta François Furet’ye bakarsanız Fransız Devrimi ertesinde de bürokrasi devrimleri yedi ve ortada astığı astık kestiği kestik yönetimler kaldı. Yalan değil. Stalin’in ve Mao’nun ortadan kaldırdığı insan sayısı yüz milyonlarla hesaplanıyor. Gulag Takımadaları akıl almaz bir uygulamaydı. Mao, meydanlara doldurup dünya klasiklerini ateş verip yakıyordu. Büyük Atatürkçü Attila İlhan, ‘40 karanlığı’ dediği yıllarda İnönü’nün tüm Kemalist devrimleri erittiğini, Türkiye’yi dışa bağımlı hale getirdiğini, bu düşüncenin kültürel uzantısı olarak Tercüme Odasını kurduğunu söyleyip eleştiriyor, köy enstitülerini, halkevlerini yerden yere çalıyordu. Aynı görüşü Karşı Devrim isimli kitabında Çetin Yetkin de dile getirir. Demek ki, modernleşme bütün açılımlarına rağmen bu defa kendisi fanatizm, ‘ifrat’ üreten bir niteliğe sahip.
Kısacası bugün dünyanın her yerinde ayrışmış, görüşlerini karşıdakini dinlemeden savunan değil de ‘savuran’ toplumlar var. Sadece akşamları televizyon kanallarına bakmak yeterli. Kimse kimseyi dinlemiyor, herkes kendisine konuşuyor. Öylece de bendenizin fanatizm tanımına geliyoruz: kendine konuşmak, insanın kendi söyleyip kendi dinlemesi. Özgürlük adına bile özgürlük dışı, ‘tutucu’, bağnaz tavırlar takınmak. ‘Devrimci şiddet’ tam da bu değil miydi?
Sanırım modernleşmesini tamamlamamış, hala feodal ilişkileri, toplulukçu (communitarian) dayanışma alışkanlığını sürdüren toplumlarda bu durum ve gerçek daha egemen. Bireyliğin belli bir düzeye ulaştığı toplumlardaysa bu türden tutumlar daha geride. Öyle olmasına öyle ama modernleşme de tam bir çare değil. Uç bir noktaya ittiği bireylik anlayışı insanları yalnızlığa ve korkulara sürükledi. Sonuçta herkes bir çatının altını özlüyor, gidip gözü kapalı bir topluluğun ‘üyesi’ oluyor. Bu topluluk tanımlı bir topluluk değil, bir futbol takımı, bir dünya görüşü, bir kulüp. Bu tutkunun gerisinde de korkularımız, endişelerimiz yatıyor. Zaten korku geldi mi akan sular durur.
Hepimiz fanatiğiz doğru çünkü hepimiz korkuyoruz