Baştan söyleyeyim, ben ahtapottan korkardım. Gençlik yıllarımızdaki bir ‘mavi yolculuk’ gezisinde, iki kafadar teknemizin minik tahliye botuyla Longöz Koyunda gezinirken, arkadaşım denizin dibinden kırık bir amfora çıkarmıştı. Onu eğlendiren fakat beni dehşete düşüren, amforanın içine bir ahtapotun yuvalanmış olmasıydı. Arkadaşım ahtapotu kollarından kavradığı gibi sığınağından çıkartmış, ayaklarımın dibine atmıştı. Zavallı hayvan bir an öylece hareketsiz kaldıktan sonra yavaşça bana doğru hareketlenmişti. İlk vantuzunu ayak bileğimde hissetmemle kendimi deniz atmam bir olmuştu. Arkadaşımın kahkahalarıysa dün gibi kulaklarımda...
Geçenlerde Netflix’te ‘Ahtapottan Öğrendiklerim’ adlı belgeseli izlerken yıllar öncesine ait bu anı gözlerimin önünde canlandı. Tesadüf eseri aynı gün, arşivimde bahar temizliği yaparken elime Lizi Behmoaras’ın 90’lı yıllarda gerçekleştirdiği bir söyleşi dizisi hakkında yazdığım makale geçti. Ne ilgisi var derseniz, henüz izlememiş olanlar için filmi kısaca özetleyeyim: Belgeselci Craig Foster, yoğun depresyonda olduğu bir dönemde, Güney Afrika’da, Atlantik Okyanusunun sığ bir bölgesinde dalışlar yapmaya başlıyor. Tüpsüz yaptığı bu dalışlar esnasında tesadüfen bir dişi ahtapotla tanışıyor ve bir yıl boyunca hayvanı izliyor. Belgeselde Craig Foster’in ahtapotla sıra dışı dostluğu anlatılırken, bu narin hayvanın yaşam mücadelesine, düşmanlarından kendisini koruma güdüsüne tanıklık ediyorsunuz. Bu arada ahtapotun sevgi gösterisine ve hatta kimi muzipliklerine şaşmamak mümkün değil. Bu zeki hayvanın her bir koluna hükmeden sekiz beyninin olduğunu, iki bin kadar vantuzuna ayrı ayrı komuta edebildiğini, tehlike anında renk değiştirebildiğini, yuvasını rengârenk midye kabuklarıyla süslediğini, dahası kolları koptuğunda - daha doğrusu vahşi köpekbalıkları tarafından kopartıldığında - uzun bir süre yuvasına kapanarak kendisini tedavi ettiğini, yeniden kol çıkarabildiğini hayretle izliyorsunuz. Kanı ise mavi... Uzaylı mı ne?
Buradan Lizi Behmoaras’ın dağarcığımda eskimeyen söyleşilerine hızlıca göz atalım... 90’lı yılların hemen başlarıydı. Atılım içindeki Şalom gazetesinin ‘çiçeği burnunda’ acar muhabirleri yoğun gazetecilik faaliyetleri içindeydi. Başını Nana - Lizi - Jozefin üçlüsünün çektiği bu arkadaşlarımız sorgulamacı ve araştırmacı gazeteciliğin güzel örneklerini veriyorlardı. Derken günün birinde Lizi Behmuaras’ın aklına dâhiyane bir fikir geliverdi: Ülkemizin önde gelen edebiyatçılarının, aydınlarının öykü ve romanlarında yarattıkları Yahudi tiplemelerinden hareketle onların Türk Yahudilerine bakışlarını sorgulamaya girişti. Aydınların Yahudiler hakkındaki görüşleri olumsuz muydu?
Lizi, onlarca edebiyatçı ve kanaat önderiyle görüştü. Sonuç düşündürücüydü. Özetlemem gerekirse, çoğunluğunu erkeklerin oluşturduğu bu aydınların Yahudiler hakkındaki belki de tek olumlu görüşleri kadınlar hakkındaydı: Yahudi kızları çekiciydi! Çoğuna göre Türk Yahudileri ticarete yatkın, politikaya, askerliğe ve sanata uzak, asıl kişiliğini belli etmeyen, rüzgâra göre tavır değiştiren, ürkek fertlerden oluşan bir toplumdu. Aziz Nesin’in şu cümlesi ise asıl benim mideme dokunmuştu: “Tıpkı bazı yemekleri mide nasıl kabul etmezse, Yahudi’nin bakan olmasını Türk milleti kabul edemez!”
Kesin olan bir şey varsa, söyleşilerde yer alan aydınların her birinin gözünde yer etmiş bir Yahudi imajının olmasıydı. O imaj - ya da buna önyargı mı desek? - yaşamları boyunca bir şekilde karşılaşıp tanıdıkları Yahudilerin sosyal statülerine göre değişmekteydi. Fakat bütün görüşlerin olumsuz olduklarını söylemek aydınlarımıza haksızlık olur. Makaleyi bulduktan sonra Lizi Behmoaras’ın kitabını[1] yeniden okudum. Altını çizdiğim bazı cümlelerden pozitif bir tablo çıkarabildim:
İlhan Selçuk: “Yahudi denilen kişi ilginç bir kişi... Ben hep çok merakla bakmışım olaya: Bir Yahudi’nin kişiliğini kavramak çok zordur... Ne kadar yaklaşırsanız yaklaşın, onun tâ benliğinin derinliklerinde, muhakkak kendine özgü bir şey vardır ve insanın oraya erişmesi kolay olmuyor.”
Oktay Akbal: “Kapalı olacak tabii, çünkü azınlık nerede olursa olsun her zaman kapalıdır. Kendi örf ve adetlerini korumak gerek... Bu çok doğal.”
Tarık Dursun K. (İsrail’in savaşan bir ülke olduğu gerçeğini vurgulayarak): “...geleneklerinde kıyıcılık, vuruculuk, kesicilik, cana kıyıcılık, insan öldürmecilik yoktur.”
Selçuk Erez: “Yahudi cemaati, içinde yaşadığı toplumun bir parçası olarak katkıda bulunuyor. Bazı gelenek ve göreneklerini sürdürmesi, kendine özgü niteliklerini koruyabilmesi gerekir.”
Çetin Altan: “...Yahudilerin sayısı çok az; 12 milyon kadar ve buna rağmen vazgeçilmez bir unsur oluşturuyorlar yeryüzünde. Salak olmadıklarının en güzel kanıtı değil mi bu? ...Ayrıca azınlıkta olan insan dayanışma da yapar. ...Dayanışma isteği de dahil, bütün bu özellikleri mutlaka genlerde aramak gerekmez. Hem belki genlerde de vardır canım! İnsan sıkıştığı zaman diğerlerinden farklı yönler geliştirir. ...Doğaya uyum sağlamak zorunda kalan insanda her dakika tashih olur. ...Genler menler meselesi, bence öyle politik bir ırkçılık meselesi değildir; doğa ile olan bir alışveriştir.”
Craig Foster’ın belgeseli, benim bundan böyle ahtapotlara farklı gözle bakmamı sağladı. O küçük bottaki ahtapotun zarar vermek için değil, tam aksine yaşama tutunmak için bana doğru hareketlendiğini biliyorum. Yazık ki onu geç tanıdım. Yoksa asıl uzaylı ben miyim?