Sinema, gidip göremeyeceğimiz uzak coğrafyaları, hayatımız boyunca görüp tanışamayacağımız uzak insan karakterlerini ve zihnimizde duran ve bir türlü kristalleşemeyen duygu ve düşüncelerimizi bize sunma becerisini gösteren tam bir halkçı sanat alanı olsa gerek…
Modernitenin, şimdiki zamanların öldürücü rekabet ortamında sadece kazanmaya odaklı var olma yanılsamasını mutlak başarı olarak bireyin zihnine kazıdığı bir zaman diliminde insanoğlunun kalabalık yalnızlıklar yaşamadığını iddia edebilir misiniz? Rekabet karşısında kaybedenlerin, yaşadıkları endişe zamanlarında, gelecek kaygısını da içselleştiren depresif ruh yansımaları gözle görülür bir hal almışken, bir de COVID’in bu iklime bolca su taşıması onları iyice dibe çekmekte.
Kazanma ve en iyisini tüketme bağımlılığının insanı mutlu edemediğini anlatanların ve sürüden ayrılmak isteyenlerin sürekli sürüye dahil olmasına çalışıldığı bir dünya düzeninde farklı olmak, diğer bir deyişle ‘özgür ruh’ olmak neredeyse imkansız. Üstüne, siyasi ve kültürel baskının egemen olduğu bir coğrafyada farklı olmaya çalışmak daha da bedel ödemeyi gerektirmekte…
Sinema sanatına dönersek, bu sene sinema ödüllerinin çoğunu toplayan Nomadland filmini bu bağlamda mutlaka seyretmek lazım.
ABD’nin batısında, 2008 ekonomik buhranından sonra işini, eşini, evini, dostlarını, alışkanlıklarını hatta anılarını bile kaybederek yepyeni bir hayata başlamaya karar veren hüzünlü ama mağrur göçmenlerin yoksulluğa ve vahşi kapitalizme direnmelerinin hikâyesini anlatıyor, Çinli kadın yönetmen Chloé Zhao’nun filmi.
“Bir başka hayat da mümkün” dercesine, sistem karşısında kaybetmiş olduklarını kabul edenlerin sessiz direnişlerini gösteren film genelde her anlamda yalnız kalmış ve yaşlanmakta olanların hüzünlü yolculuğunu taşıyor ekranlara. Karavanları onların yeni evi olurken, sadece yemek ve benzin ihtiyaçlarını karşılamak amaçlı işlerde çalışıyorlar vardıkları her yeni durakta. Onlar kaybederken, yol boyunca teknoloji sayesinde kimilerinin devasa oranlarda zenginleştiğini gördüklerinde ise onlarla savaşmanın imkânsızlığını kabul edip, ömürlerinin belirsiz geri kalan yıllarında sürekli doğayı tanımayı, yeni bir yer görmeyi, yeni insanlara dokunmayı ve yeni ilişkiler geliştirmeyi hedefliyorlar.
Bütün ömürleri boyunca, tam sahip olmadıkları bir evin kredi taksitlerini ödeme gayretinde modern köle olacaklarına özgürlüklerini ilan edip sistemden çıkmayı bir direniş veya kölelikten kurtuluş yolu olarak görüyorlar. Kararları kendileri veriyor yeni düzenlerinde. Sistemin buyrukları artık hayatlarından çıkıyor.
Tek başına mücadele etseler de, alışılmadık zorluklara rağmen özgürlüğün yarattığı huzur iklimi onları hayata karşı daha iyimser kılıyor.
Doğayı tanımanın aslında en büyük zenginlik olduğunu fark ediyorlar. Dev falezlerdeki kırlangıç yuvalarını keşfedip, kabuklarından çıkan yavru kuşların ilk uçuşlarını seyrediyorlar büyük mutluluk içinde. Devasa dalgaların yarattığı armonik sesleri gözlerini kapayarak dinleyip ruhlarını aydınlatıyorlar.
Yepyeni farklı doğa örtülerine sahip toprakları büyük hayranlıkla gezerlerken umursamazca kendilerini çırılçıplak yüzerken buluyorlar nehirlerde. Özgürlük bayraklarını sallandırıyorlar, vahşi sisteme ‘nanik’ yaparcasına.
Göçebeliğin, yerleşik olmamanın, korkunç güçteki sisteme karşı yegâne çözüm olduğunu keşfediyorlar. İnsanı kemiren, yalnızlaştıran sistemin onlara dikte ettirdiği hep ‘sahip olma’ takıntısından kurtulup özgürlüklerini ilan ediyorlar.
Sistemin körelttiği ve iyice yalnızlaştırdığı köle ruh, yerini özgür ruha bırakıyor, tüm zorluklar ve artık sorun olarak görülmeyen bedellere karşın.
Bu hayatı seçmek, hayata sıfırdan mutlak özgür olarak yeniden başlamak pek kolay değil. Hele hele muhafazakâr ve tutucu bir toplum içinde yaşayan birey için hiç kolay değil. Zira, küçüklüğünden beri, ’sürüden ayrılanı kurt kapar’ söylemiyle yönlendirilmiş insanın ‘sahip olma’ güdüsünün ‘var olma’ haline dönüşmesine engel olan toplumsal baskıyı yenmesi için cesur ve donanımlı olması gerekiyor. Entelektüel yerine iş insanı yetiştirme takıntısında olan bir toplumun bireyinin altından kolay kolay kalkacağı bir karar değil doğal olarak.
***
Ünlü Arjantinli yazar Jorge Luis Borges hayatın anlamı ve istikameti üzerine şu dizeleri kaleme dökmüştü:
“Sil baştan yaşama şansım olsaydı eğer / oturup saymazdım eski yanlışlarımı / Kusursuz olmaya çalışmaz, rahat bırakırdım yüreğimi…
Korkmazdım daha çok riske girmekten / Daha çok yolculuğa çıkar / Gün doğumlarını kaçırmazdım asla / Hiç bilmediğim yerlere giderdim gidebildiğimce / Doyasıya dondurma yer, daha az bezelye yerdim…
İlkbaharda yalın ayak gezer / Sonbahara dek unuturdum pabuçlarla yürümeyi…
Hiç bilmediğim yollara sapardım / Çocuklarla daha çok yaşardım / Sil baştan yapabilseydim eğer…
Ama heyhat, seksen beşindeyim artık / Ve biliyorum ki
Ölmekteyim…”
İnsanın hayatından ne ailesi, ne öğretmenleri ne hocaları, ne arkadaşları, ne de başka birileri sorumludur. İnsanın kaderi sadece kendi elindedir ve ancak yapacağı seçimlerle hayatını doğru - yanlış bir istikamete götürecektir.
Burada önemli olan, neyin ‘doğru’ neyin ‘yanlış’ olarak algılanması olacaktır.
Borges gibi hayat boyunca dondurma yerine bezelye yemekle geçiyorsa zamanınız, geç olmadan seçiminizi yapmanız lazım belki de.
Her seçim bir kaybediştir ama farklı bir kazanımdır da aslen.
Son pişmanlık fayda vermez.
Seçimleriniz sizi bekler…