Yeni işyerimde çalışmaya başladığım daha ilk günden dikkatimi çekiyor. Algılarımda seçtiğim ondaki bu farklılık nedir? Oturması, kalkması mı? İsveççeyi güney aksanıyla konuşması, güney İsveç’ten gelmesi mi? Gösterişli biçimde topladığı topuz saçları mı? Düşüncelerini kendinden emin öne sürmesi belki de. Orta yaşlarındaki mesai arkadaşım için en yakıştırdığım sıfat ‘karizmatik’ bir kadın olması.
Günler geçiyor. Gotland’da ilkbahar, ilk yaz. Havalar artık soğuk değil; ama çok sıcak da değil. Yeşeren gür ağaçlar, uçsuz bucaksız çayırlar daha çok sıcaklık hissini veren. Öğle aramın ilk yarısını yemeğe, ikinci yarısını doğayı izlemeye ayırdığım günler.
Onunla, içinde mutfağı da barındıran büyük personel odasında karşılaşıyoruz öğlenleri. İsveçlilerin yüzde 90’ı kahve içerken, o öğle yemeğinin üzerine çayı seçenlerden. Benim gibi. Bunu gözlemlediğimden bir yerine, iki fincan çıkarıyor, iki çay poşeti açıyorum. Çayı sütle içmeyi sevdiğini bildiğimden, sıcak suyun üzerine az miktar sütünü eklemeyi unutmuyorum.
Bu küçük servisim karşısında şaşırıyor. Ne kadar nazik ve düşünceli davrandığımı söylüyor.
İsveç kültürünün bir parçası bu. Kimse kimseye çay, kahve servisi yapmaz. Filtre kahveyi hazırlayan person, bunu görevinin bir parçası bilir. Herkes kendi yemeğini kendi hazırlar, bulaşığını kaldırır, kendine içeceğini hazırlar. Doğum gününde bile kimseye pasta alınmaz, doğum günü sahibinin pastayı ısmalaması doğal karşılanır; ama doğum günü şarkısını herkes ayakta, törensel bir biçimde söyler ve kutlar.
Bir değil, iki değil, üç beş değil, bir rutin biçimde kendime çay koyarken ona da hazırlıyorum. Küçük jestler sıradanlığı renklendirir. Her defasında teşekkür ediyor ve bir noktada şunu söylüyor. “Bana karşı bu kadar naziksin, ben de seni yazlık evime çay saatine davet edeceğim.”
Sözün yerine gelmesi, arada küçük hatırlatmalarla dokuz ayı buluyor. Pandemi gölgesinde geçirdiğimiz yazın başında beni ve bir meslektaşını birlikte, adanın doğu yakasındaki yazlık evine çağırıyor. Adanın doğu yakasında, 50 dakika süren bir araba yolculuğundan sonra, yeşilliklerin içinde huzurlu, 100 yıllık bir evin bahçesindeyiz. Evine eklenti şeklinde yaptığı cam sera bahçedeki mütevazı sofrada adanın huzur ve sakinliğini daha yakından hissediyorum.
Güzel geçen öğleden sonranın bir tekrarını yapmaya sözleşsek de, pandeminin de ağırlığıyla aradan geçen zamanda pek haberleşemiyoruz.
Noel ve yılbaşı tatilleri geçip, ocak ortasına yaklaştığımız günlerde klinikte gözlerim onu arıyor, bulamıyorum. Merak ediyorum. ‘Hasta, raporlu’ deniyor ve ekliyorlar, “Meme kanseri, ameliyat edilecek.”
Moral bozucu bir haber daha. Birkaç gün sonra onu arıyorum. Kanserin başlangıç evresinde yakalandığını, ameliyatın iyi geçtiğini, iyi hissettiğini ve hastalığın şokunu atlatmaya çalıştığını anlatıyor.
Kısa bir süre sonra beni yine yazlık evine, çaya davet ediyor. Soğuk, karlı günlerin arasında şömine başında, erken gelen akşamın tadına ayrı bir boyutta vararak, sohbet ediyoruz. O, tamamlayıcı tedavi öncesi enerjisini topluyor. Sağanak yağmur altında eve dönmeye hazırlanırken, bahçede beni cümleleriyle şaşırtıyor.
Adada otuz yıllık tanıdıkları ona geçmiş olsun dileklerini sadece kısa mesajla iletmişler. Yaklaşık iki yıldır birlikte çalışmamıza karşılık, aramam ve sormam anormal, istisnai bir durummuş meğerse. İsveç kültüründe bir insan ötekine kendini çok yakın hissederse, ancak o halde telefon açarmış. “Geçmiş olsun” demenin bile derin kültürel farkları varmış, durumu böyle yorumluyoruz.
Kuzey insanları soğuk olarak nitelendirilir. Bu soğukluk ve mesafe önce birbirlerine karşı, bunu artık daha iyi anlıyorum. Bir noktada, biraz da gülümseyerek, yabancılığı kendimde değil onlarda daha çok görüyorum.