Dijital platformlara üye olarak dilediğimiz kadar maçı izleme şansına sahip olabiliyoruz. Futbol maçlarını izleme olanaklarımız ne benim çocukluğumdaki kadar kısıtlı, ne de alternatifsiz. Üyelik bedelini ödediğimiz sürece, arzu ettiğimiz karşılaşmayı televizyondan veya tabletten naklen takip etme lüksüne sahibiz şu günlerde… Dolayısıyla bir futbolsever açısından Süper Lig’in karşısında bir hayli dişli rakiplerin bulunduğunu belirtmek yanlış olmaz. Yeni medya düzeninin böylesine kıyasıya bir rekabete tutuştuğu, liglerin kendi marka değerlerini artırmak adına radikal kararlar aldıkları bir dönemde Süper Lig’in de daha cazip hale gelmesi ya da getirilmesi gerektiği görüşünü savunuyorum. Aksi takdirde bugün doğan çocuklar babalarının gözlerini kararttığı renklere gönül vermek yerine artık yurt dışındaki başarılı takımları desteklemeye başlayacak. Peki, öz be öz kendi ligimizi daha ilgi çekici kılmak adına neler yapabiliriz? Tedavi için önce tetkik, sonra da teşhis gerek…
Bana kalırsa ligimizin en büyük sorunu tempo. Temposuz geçen maçlar hız çağında beklemeye, ağır ilerleyen herhangi bir sürece tahammülü olmayan bireyleri ekrandan uzaklaştırıyor. Düşük tempolu karşılaşmalar, bireysel yetenekler konuşturulup şapkadan tavşan çıkarılmadığı sürece izlenebilir olmuyor ne yazık ki. Maçların tempolarının düşük olmasının sebeplerinden biri de oyuncuların vücutlarına aldıkları en ufak darbede bile kendilerini canhıraş bir şekilde yere atması. Ve tabii buna bağlı olarak futbolcunun sağlık durumunu gözden geçirmek için hakemlerin karşılaşmayı durdurması… Bu süreçte kaybolan zaman maçın sonuna ne kadar eklenirse eklensin bir anlam ifade etmiyor. Zira sık sık duran oyun, maçtaki temponun artmasına engel oluyor. Bu noktada İngiltere’deki örneği gündeme taşımakta fayda var. Premier Lig’de hakemler, kafa kafaya çarpışmalar ve gerçekten ciddi görünen sakatlıklar haricinde karşılaşmayı durduramıyor. Bunu bilen oyuncular da yerde yatıp, sakatlık numarası yapmak yerine saha dizilişinde kendilerine verilen rolü üstlenmek adına hızlıca pozisyonuna dönüyor. Futbolu yönetenler tarafından alınacak bu kadar basit bir karar bile tempo sorununa olumlu bir katkı sağlayabilir.
Tempo sorunu kadar, bir maçta topun oyunda kalma süresi de ilgilenmemiz, üzerine eğilmemiz ve geliştirici çözümler üretmemiz gereken bir husus... 90 dakikalık bir maçta Süper Lig’de topun oyunda kalma süresi ortalama 54 dakika civarında. Bu da ortalama 36 dakika topun oyunda olmadığı manasına gelir ki; maçın neredeyse bir devresinin oynanmadığı anlamını taşır. Elbette taca ve auta çıkan toplarda belirli zaman kayıpları olacaktır ancak 54 dakikalık topun oyunda ortalama kalma süresini en az 10 dakika daha uzatamadığımız sürece, karşımıza yine ligimizin tempo sorunsalı çıkar. Bu noktada da farklı farklı takımlarda üçer beşer maç görev alarak keselerini dolduran ve kendi menfaatlerini düşünen teknik adam profillerinden uzaklaşarak, oyuna ve oyuncuya olan saygısından çalıştırdığı takıma bir anlayış kazandırmaya gayret eden, kendini geliştirmeye açık antrenörlerle yola devam etmek ve bu isimlere sabır göstermek bir çözüm önerisi olarak düşünülebilir. Elbette en başta; günü kurtarmaya çalışan ‘idareciler’ yerine; uzun vadeli düşünme yetileri gelişmiş, ufku görebilen ‘yöneticiler’e sahip olmak ise elzem.
Ligimizin tempo ve topun oyunda kalma süresi gibi farklı kalemlerde sayılabilecek daha nice sorunu var. Lakin çözmek isteyene bulmaca dayanmaz... Yeter ki kalemi elimize alıp, oynatmaya başlayalım. “Başlamak bitirmenin yarısıdır” der atalarımız…