BluTV’de gösterimde olan ‘Alef’ adlı polisiye dizi, senaryosuyla, muamma cinayetler üzerinden, daha önce Türk dizilerinde kimsenin yanaşmadığı mistik akımları gündeme taşımış. Bu tür akımlara ‘heterodoks’ deniyor, yani, hakim ve baskın inanç gruplarının dışında kalan akımlar. Osmanlı döneminde zulüm gören tarikat yapılarına uzanmak iyi fikir, bu sayede izleyicinin tarihsel gerçeklere dönüp bakma merakı uyanıyor. Gerçi dizide kurgu ile gerçek birbirine geçmiş, burada gördüklerini tam gerçek sanma tehlikesi var. Zulüm görenler Mevlevi gibi gösterilmiş, hâlbuki Kalenderlerin aslında Mevlevilerle organik bir bağı yok. Gerçekle kurgunun birleşimi bazen kurgunun gerçeği dönüştürmesine neden oluyor.
Hızlı üretilen ve hızlı tüketilen romanlara, senaryolara içerlesem de toplumun baskın gerçeği tek gerçek kabul etmeme dürtüsünü ve ilgiyi tetiklediği için aslında popüler kültürü faydalı buluyorum. Bu dizide işlenen ‘Osmanlı’da din anlayışı’na aykırı düşen akımların gördüğü çatışma beni diğer din felsefesi çatışmalarıyla ilgili bir derleme yapmaya heveslendirdi. Belki ben de popüler bir yazı ile sizin araştırma dürtünüzü tetiklerim.
Güncel söylemin dışında bir fikir dile getirdiği için dışlananlar arasında aklıma ilk gelen İbn Rüşd. Bir diğeri de Baruch Spinoza. İbn Rüşd, kutsal metinler vahiy olsa da felsefenin aklın ürünü olduğunu, dine aykırı olmadığını, hatta bazı seçkinler için zorunluluk olduğunu savundu. Kuran’da doğa yasalarını vurgulayan ayetleri bulup, akıl ile inancın aslında kaynağının aynı olduğunu, kutsal metinlerin akıl ve felsefe ile çeliştiği durumlarda alegorik olarak yorumlanması gerektiğini savundu. İbn Rüşd, inançsızlıkla suçlandı, ancak ona göre bütün varlıklar ortak bir aklın ürünüydü. Doğadaki tüm sonlu şeyler, altta olan sonsuz şeyin geçici bir tezahürüydü. Mantıksal çıkarımlarla ulaşılan gerçek ile vahiylerin çelişemeyeceğini, gerçeğin gerçekle çelişemeyeceğini savundu. Bu doktrini yüzünden Katolik kilisesi tarafından lanetlendi. İslamiyet’in iman esaslarına uymayıp görüşlerinin çoğunun sapkın, bir kısmının ise dinden çıkmaya sebep olduğuna karar verilerek, bir süreliğine hapsedildi.
Benzer şekilde 17. yüzyılda Spinoza da Tanrı’yı anlayabilme yolunu seçti. Tanrı’nın bilinmezin sığınağı ve batıl inancın kaynağı olmasına karşı çıktı. Spinoza’nın tanrısı yaratıcı değil, üretken idi. Tanrının yasaları, doğa yasaları ile aynı şeydi ve doğanın seyrini Tanrı bile değiştiremezdi. Kutsal kitapta mucize sayılan fenomenlerin doğa konusundaki bilgisizlikle doğru orantılı olduğunu düşünüyordu. Sorgulamanın ve akılla gerçeğe ulaşmanın bir illet değil lütuf olduğunu savunuyordu. İnsan zihni kendi sonlu bedeninde ele alınabileceği gibi daha büyük bir aklın bengiliğine de katkısı vardı (aeternitas).
Kısaca, demek istediğim şu: Bahsettiğimiz bütün çatışma örneklerinde inkâr yok, ancak yol farklı… Tarihte hep kendi yolunu benimsemeyeni yok etme çabası var. Dışlayarak, aforoz ederek düşünce durdurulmaya çalışılmış. Hâlbuki o bağlamda yanlış, aykırı veya günah gibi görünen pek çok düşünce daha sonraları aydınlanmaya atılan adımlar olmuş. Hâlâ günümüzde ‘baskıcı ikna yoluyla’ kendi doğrusunu dayatma zihniyeti geçerli. Halbuki yan yana var olarak, fikirler arası geçişkenliği sağlayarak evrilmek daha iyi olmaz mıydı…