Postmoderniteden post Yahudiliğe
Lyotard’ın ‘postmodernitesine’ (La condition postmoderne) henüz 150 yıl vardı. Artık diyecekti düşünür; büyük ideallerin, büyük toplumsal ütopyaların dönemi bitmiştir. Yeni başlayan, herkesin kendinden ibaret olduğu bir dönemdir. Herkes kendine gönderilecektir bu çağda. Birey bizzat iş başında olacak ve kendi yalnızlığında kendini var etmeye koyulacaktır.
Toplumsalın egemenliğine başkaldırının dönemi yavaşça açıldığında eskiye dair tüm ideolojiler (özellikle toplumsal ağırlıklı olanlar) masa üstüne yatırılırken cazibesini de kaybedecektir.
Sartre da nerede ise aynı dönemlerde yazacaktı; “Yahudi kendisine Yahudi denendir.”
Marx’ınkinin dışında bir tanım olacaktır bu. Yahudi öteden beri var olan değil midir mi demek isteyecekti Sartre.
Tüm tartışma ve itirazlara rağmen postmodern tezler kendini dayatacaktır. Yahudiliğe ilişkin olanların da bundan etkilenmemesi düşünülemeyecektir. Siyonizm de Yahudilik gibi yeni giysilerini kuşanacaktır. Çağdaş dünyanın gidişinin dışında kalmak istemeyecektir sanki ikisi de; 21. yüzyılın ufkunda post Yahudilik ve post Siyonizm’dir artık Yahudiliğe ilişkin kadim tartışmaları besleyecek olan.
Yahudi inançsız olabilir mi?
Avusturya Alplerinin zirveleri hep saklamıştır kendini meraklı insan gözünden. Kalın bir sis bulutu sanki bunun için kuşatacaktır tepelerini. Kilise çanlarının işi güçtür oralarda; zorlanacaklardır seslerini ulaştırmakta gök kubbenin derinliklerine.
Moravya’nın hemen güneydoğusunda Küçük Freiberg’de, St. Mary, 60 metre yüksekliğindeki çanı ile bunu başardığı için övünecektir. Özellikle pazar günleri buna tanıklık etmeye koşacaktır bu kasabanın inançlı halkı. Gökyüzüne ulaşacak sesi duymak isteyeceklerdir.
***
Küçük çocuğun dikkatli bakışından nasıl kaçsındı ki; annesi babası bazı arkadaşlarınınki ile birlikte uzağında kalıyorlardı çan seslerinin; evde konuşuluyordu, sevilmiyordu bu sesler, köşedeki sinagoga gidiyorlardı kimi zaman; din, insanların arasında sadece birleştirici değil, ayırt edici, düşmanlık yaratıcıdır da diye düşünmüş olmalıydı küçük çocuk.
Kim bilir belki böyle başlayacaktı kutsala mesafeli duruşu; inanmayacaktı, inançsız kalacaktı bir yaşam boyu. Ama babası Jacob ile Leipzig’e doğru koyulacakları yolda, kendini “ırkının kadim yürüyüşlerinin” içinde bulacaktı. Ve hiç kurtulamayacaktı bu savrulmalardan, son Londra sürüklenişine kadar.
Mutlaka babasına verdiği söz için, belki de tutsak olduğu gizemi çözmek için yazacaktı ‘Musa ve Tektanrıcılığı’. Ama dünya bilim tarihine ismini “şu aramızdaki Yahudi işi” ile kazıtacaktı; psikanalizin kurucusu olacaktı Jacob’un oğlu Freud.
Kafasının bir yerlerinde, Alplerin sisinin belki de görünmez kıldığını, tarihsel bir mistisizmin binlerce yıldır usulca örttüğünü aydınlatmak isteği hep duracaktı. İnsan ruhunun derinliklerine inmeyi başarmış olan, toplumsal mistisizme de aklın projektörünü tutmak isteyecekti. Kendini her şeyi ile bağlı gördüğü büyük ustasından, Spinoza’dan, öğrendikleri ile Yahudiliği deşifre etmeliydi; Yahudiliğin ve Yahudi’nin kutsalsız bir tarihi nasıl yazılmalıydı?
Buraların topraklarındaki Yahudi’nin yaşantısına pek düşmeyen, düşse de yok edilen bir soru olacaktır Viyana’dan sorulan. Muhtemelen içinde var olunan siyasal ve toplumsal işleyişten alınan örnek uyarınca Yahudi’nin ait olduğu cemaatte de izin verilmeyecektir soru sorulmasına. Özgürlüğün bin bir suratlı erdemsiz tanımı yapılacaktı bu topraklarda.
Freud ise Marx’ın “Yahudi’sinden” yolunu ayırarak yanıt arayacaktı soruya. Kökenlerinden utanmayacaktı o, saklamayacaktı da onu; mutluydu çünkü ve bunu Yahudiliğinde bulacaktı. Ölümü değil yaşamın neşesini bulacaktı özgürlüğünde ve Yahudiliğinde.
Freiberg’den beri inançsız olması bunu değiştirmeyecekti; Yahudilik inançsız da yaşanabilirdi. Bu kimlik (judéité) çoğul bir kimlik olabilirdi ancak. Başka türlü paramparça olmadan, kuruyup yok olmadan nasıl canlılığını korumuş olabilirdi ki bu kimliği var eden kültür. Ancak değişik seslerden, müziklerden, alışkanlıklardan, bir tarih ve mitolojiden oluşmuş bir kimlik bu canlılığını yitirmezdi. Kültür, farklı kültürlerle etkileşimde olduğunda yaşayabilirdi bu kadar üzün bir süre.
Kökenlerini reddetmeden ona mesafeli duruşu, kendisini bir Einstein’dan da, bir Marx’tan da ayıracaktır. Hiçbir şeyin olmadığı gibi Yahudiliğe ve sorunlarına da fanatizmin önyargısı ile yaklaşmayacaktı. Taraftarlığın coşkusundan uzak kalmaya özen gösterecekti. Kudüs Üniversitesi kurucuları arasında yer almaktan onur duyacak ama İsrail’in bir devlet olarak var olma biçiminden her zaman kuşku duyacaktı.
Teolojinin inancı coşkusuz olamazdı ki. İnanç varlığını akılda değil coşkuda bulabilirdi. Tapınakların dilsizliğine insanların saygı göstermesi ürkütecekti onu. St. Mary’nin heybetli çanı da tedirgin eder, rüyalarına girerdi zangoç muhtemelen. Taş yığınında ruh ve anlam aramayı anlamayacaktı hiçbir zaman.
Enrico Morelli’ye bir mektubunda anlatacaktı kendisini: “Çoktandır koptum atalarımın dininden ama halkımla (hatta ırkım diyecektir) olan bağım güçlenerek devam ediyor.” Mektubunda devam edecekti bilge, düşünceleri sanki önce bir Maran’ın, muhtemelen Derrida’nın, oradan da 21. yüzyılın post Yahudiliğinin haberini verecektir: “Dinsiz, inançsız büyütüldüm diyecekti, ulusal gurur nedir bilmedim, bu bana özgürlük sağlarken kopamadığım Yahudiliğimle başkalarını engelleyen birçok ön yargıdan da uzak kaldım. Bu sayede zekâmın tümünü kısıtlamasız kullanabildim” diyecekti.
***
19. yüzyıl Viyana’sı muhtemelen anlaşılmaz gelecekti Osmanlı’nın ülkesine ve sadık tebaasına! Kimin haddine olabilirdi sultanın veya cemaat yöneticilerinin dünyevi ve uhrevi yorumlarını ters yüz etmeye.
Freud inadına sanki Viyana’dan devam edecekti bu toprakları şaşırtmaya; “Yahudi olmak beni muhalefette kalmaya itti hep. Böylece çoğunluktan ömrüm boyunca ayrı kaldım.”
20. yüzyılın olduğu gibi 21. yüzyılın başlarında da bu toprakların insanına anlaşılmaz gelmeyecek midir bu cümleler; gerçek çoğunluğun olduğu yerdedir, dışına çıkan linç edilmelidir. Kimse dışına çıkmaya kalkışmayacaktır bile; Freud’suz Derrida’sız kalan içinde yaşadığımız topraklarda buranın Yahudiliği de tek sesli melankolik depresyon tınıları içinde kendisini tekrar edecektir ancak. Her şey gibi 20. yüzyılın sonundan itibaren de dünyadaki post Yahudilik ve post Siyonizm tartışmaları ıskalanacaktır.
Yazgılar birleştiğinde
Bu topraklar üzerinde yaşayan Müslimlerle gayrimüslimlerin(!) kaderi farklı ara yollarda dokunsa da ana kavşaklarda, meydanlarda hep birleşecektir. Ulaşılan meydanlar hep aynıdır; boştur, karanlıktır, ürkütücüdür; ikisinin de yazgısı yöneticilerinin denetimindedir. Farklılığın ve aykırılığın çiçeklerine ayrılmış bir toprak parçası yoktur buralarda. Onların kokusunun esrikliği bilinmeyecektir bu meydanlarda.
Judenplatz
Ağır ve sessizce yağıyordu Viyana’nın ‘Judenplatz’ Meydanına kar. Yahudiliğin yüz aklarından Lessing1 ebedileşmişti orada. Yahudiliğin yüz akı Viyanalılarınki (her şeye rağmen) idi ama her şeyden önce insanlığınki idi.
Devam edecek
1 Gotthold Ephraim Lessing (22 Ocak 1729 - 15 Şubat 1781),Yahudi asıllı Alman yazar, filozof, gazeteci ve Alman Edebiyatının ilk önemli eleştirmenidir. Aydınlanma Çağı'nın önde gelen temsilcilerindendir.