Geçtiğimiz cumartesi akşamı Mısır’da 18 kral ve 4 kraliçenin mumyalarının ‘Firavunların Altın Geçidi’ töreniyle Kahire’den Giza’daki yeni müzeye taşınma törenini imrenerek izledik. Mısır’ın tekrardan turizme dönüşünün bu gövde gösterisi aslında dünya turizmi için hiç yeni değildi. Geçmişte, özellikle de 1990’lı yıllarda terör saldırıları ile turizmde büyük kayıplar yaşayan Mısır, Hollywood’a sipariş verilen ‘The Mummy-Mumya’ ve ‘Kleopatra’ filmleri ile tekrardan dünyanın dikkatini çekerken, kaliteli servisleri ve modernliği ile de turizmde güven vermekteydi.
Cumartesi akşamı bir kadının elinden dört ayda hazırlanan ve Mısırlı mankenlerin tüm ihtişamı ile bizlere sunduğu görsel şöleni izlediğimde “Bizim neyimiz eksik?” sorusunu tekrardan düşündüm. Üç imparatorluğa başkentlik yapmış bu eşsiz kentimizde maalesef ağırlık sadece son 700 yıla, o da birçok eksikle, verilmekteydi. Şehrin zaten az sayıda kalan Roma ve Bizans mimari eserlerinin ne halde olduğunu görebilmek için Kadırga’nın arka sokaklarında veya Yedikule-Samatya, o da yetmezse Ayvansaray civarlarında gezmek fikir verecektir. Şehrin Roma ve Bizans tarihini sahiplenemediğimiz için tanıtamıyoruz. Bunun yanında azınlık olarak addedilen toplumlarımızın birçok eseri de maalesef kaderine terk edilmiş durumda. Vakıfların değerli gayretleri kayıp giden zaman düşünüldüğünde yetersiz kalmakta. Gelin benzer bir töreni burada hayal edelim. İmparator Heraklius’un şehre geri kazandırdığı kutsal haç, görkemli bir törenle Yedikule Hisarından Bizans’ın merkezine görkemli bir saray alayı ile Mese Caddesinden taşınsın. Kısaca Yedikule’den Aksaray’a oradan Sultanahmet’e görsel bir şölen düşünelim. Ne kadar heyecanlı olurdu değil mi? Tören filan bir yana maalesef kültürel mirasımızın birçok somut örneği bugünlerde yok olma mücadelesi veriyor. Mütekabiliyet esaslı bir anlayış kültürel mirasımızın yok olmasını engelleyemiyor. Uzun yıllardır restore edilemeyen Büyükada Rum Yetimhanesi Avrupa’nın en büyük ahşap yapısı olarak ilgimizi bekliyor. Balat’ta, Hasköy’de başta olmak üzere artık cemaati kalmamış bazı sinagoglarımız, binalarımız var olma mücadelesi veriyor. Ayasofya’dan daha eski Studiosus Manastırı Samatya’da, Aziz Polyektus Kilisesi kalıntıları Fatih’te, Arcadius Sütunu Cerrahpaşa’da yok oluş denince ilk aklıma gelenler...
Salgın sonrası önümüzde büyük bir fırsat var. Bir süredir inşaatı devam eden Taksim Camii ve Atatürk Kültür Merkezi çalışmalarında sona yaklaşıldı. Muhtemelen 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı’nda açılacak. Beyoğlu’nda yepyeni bir sinema müzemiz ve Beşiktaş’ta ocak ayında muhteşem bir restorasyonla yenilenen Milli Saraylar Resim Müzesi bizleri bekliyor. Asıl soru ise bu değerli eserleri dünyaya hangi mesajla duyuracağız? Batılı değerlerden, çoğulculuktan ve çok seslilikten uzaklaşan bir toplumla mı, yoksa tıpkı Mısır’daki gibi köklerimizle moderniteyi yakaladık mı diyeceğiz? Bu süreçte karar bizim. Dünyanın hangi cevabı duymayı beklediğini hepimiz biliyoruz. Kimse huzursuzlukların, belirsizliklerin kol gezdiği bir coğrafyaya gitmek istemez. O zaman bize düşen gerçek zenginliğimizi tekrardan canlandırabilmektir!