Hekim örgütlerinin toplum sağlığını korumayı önde tutarak doğruları açık sözlülükle savunan duruşuna karşı karalamalar ile çoğu kuru alkışların bir arada olduğu bir sene geçti. Bu dönemde hekimlere ve sağlık çalışanlarına dönük şiddetin, kadına ya da çocuğa şiddet gibi, azalma göstermediğini ve mazur gösterildiğini gördük.
Hekime ve sağlık çalışanlarına şiddetin köklerinde doğruyu ve gerçekleri duymayı kaldıramama önemli bir yer tutar. Şiddetin kaynaklarından birisi de, ‘iyi niyetle’ yaklaşanlarda bile, sağlık alanında çalışanların ne durumda olduğunu anlamama ya da anlayamamadır. Bu anlama çabasının başka mesleklere de (öğretmen, polis, yargıç gibi) pek gösterilmediğini ya da günümüzde kimsenin kimseyi anlamaya vakti olmadığını söyleyerek geçemeyiz. Zira geçtiğimiz binlerce yıl içinde şifacı/büyücü/otacı/şaman gibi spiritüel rolleri de olan ‘meslek’lerin modern çağdaki temsilcileri olan sağlık çalışanlarına (ve merkeze yerleştirilen hekimlere) dönük beklentiler karışık duygular içerir. Hekime duyulan duygular, bir kurtarıcının sihirli gücüne duyulan minnet ve hayranlık ile kurtarıcının sihirli gücüne olan imrenme ve bu güçten bizi her zaman istediğimiz şekilde yararlandırmaması, bu gücüyle üzerimizde kurduğu otorite ve ona duyduğumuz bir tür bağımlılık nedeniyle duyulan öfke arasında gider gelir. İlkbahar aylarında kısmen zoraki de olsa alkış tuttukları sağlık çalışanlarına hemen ardından artık yoruldukları, korktukları ve kaybettikleri için derin bir üzüntüye kapıldılar diye vatan haini muamelesi yapabilenler toplumsal destek bulabiliyorsa, bu tutumda hekimlere karşı olan bu ikili ve ikircikli duygu halinin kolaylaştırıcı bir etkisi vardır. Elbette siyasi bir arka planda gerçekleşen olayları duygulara bağlamıyorum; bu duygusal zeminin rolünü görmek, bağlanmış basiretleri çözebilir mi acaba diye de düşünüyorum. Zira pandeminin hayatımızda etkilerinin önemli bölümü sağlık üzerinden olmaya devam edecek.
Hekimleri (ve sağlık çalışanlarını) anlamaya çalışmak, onların önyargılarımızı besleyen ayrıcalıklı sosyal köklerindeki büyücü/şamanlıktan çoktan uzaklaşmış ve sistemin içinde maaşlı veya esnaf olarak sağlık hizmeti veren bir meslek grubu üyesi olmuş olduğunu görmemizle başlar. Bu belki hekimlere yakıştırdığımız (“doktor adam hasta olmaz” sözünde içkin olan) ‘şerbetlilik’, ‘imtiyazlılık’ gibi büyülü özelliklerden sıyrılmalarını, olumlu olumsuz anlamıyla sıradanlaşmalarını getirse de hallerini anlama gereğini de arttırır. Eşitleştirici bir rol oynayan bu konum kayması ile hayranlıkla veya merakla izlemekten birbirimizin halini anlama noktasına geliriz.
Peki, hekimlerin hali nasıl? Hekimlerin ne durumda olduğunu anlama amaçlı yapılan çalışmalarda pandeminin başlangıcındaki mücadele motivasyonunu gitgide negatif yönde etkileyen karamsarlık, desteklenmemişlik, yalnızlık ve tükenmişlik gibi düşünce ve duyguların ön plana geçtiği görülüyor. Büyük çoğunluğu kamuda çalışan 385 hekimin katılımıyla ağustos ayında yaptığımız ankete dayalı araştırma sonuçları başka meslektaşlarımızın bulgularıyla örtüşüyor. Örneğin, günlük ruh hallerinin nasıl olduğunu birisi akıl edip sorsa ne cevap verirlerdi diye düşünerek sorduğumuz "Nasılsınız, iyi misiniz?" sorusuna cevaplarında “Fena değil", "İdare eder" diyen ‘normal’lerin olağan şartlarda çoğunluğu teşkil etmesi beklenirken, durum artık öyle değil. Grubun ezici çoğunluğunun ortalamanın çok altında kaldığını, belirgin ve aşırı oranda negatif hissettiğini, iyi hissetme dağılımının ayarının kötü hissetme lehine bozulmuş olduğunu gördük. "Nasılsın, iyi misin?" sorusuna, "Kendini ne kadar güçlü, enerjik hissediyorsun?” sorusunu eklediğimizde de (olağan şartlarda) benzer bir çoğunluğun “orta, normal” diye cevap vermesi beklenir. Ama bitkin, yorgun hissedenlerin ezici çokluğu sonucunda bu duygu ve enerji düzeyinin dağılımı artık bir çan eğrisi değil; hekim grubunda duygu ve enerjinin normal dağılımı bozulmuş. Duyguların ayarı bozulmuş. Henüz analiz etmediğimiz daha yakın zamanda topladığımız veriler bu durumda özellikle salgının tekrar hızlanması ve bir yerde kontrolden çıkması, aşılamanın beklenenden yavaş kalması gibi etkenlerin etkisiyle pek farklı gözükmüyor. Hekimlere özgü verilerin sağlık çalışanlarının tümü için fazlasıyla geçerli olduğunu gösteren izlenimler var.
Çalışmaya katılan hekimlerin yüzde 70’i doğrudan COVID ile çalışmıştı (diğerleri dolaylı, uzaktan veya başka uzmanlık kliniklerinde). COVID ile çalışmış her dört hekimden üçü çalışma koşullarının ve ekipmanın yetersiz olması gibi nedenlerle kendilerini yeterince koruyamadıkları bir dönem olduğunu belirtiyordu. Kısa bir süre içerisinde karşılaşılan virüs miktarının (viral yük) ve bulaşıcılığın en yüksek olduğu ortamlarda önce kendini korumak, başkalarına yardımcı olmanın bir önkoşulu. Böyle bir durumda hekimlerin neredeyse dörtte üçünün giderek artan düzeyde yaşadığı kaygıyı ‘kaygı bozukluğu’ndan ayırt etmeliyiz. Abartılmış veya yanlış algılanan bir tehdit yok, aksine gerçek tehlike ile yüz yüze olmanın, bu tehlike karşısında desteksiz bırakılmanın getirdiği bir ruhsal zorlanmanın işareti olan ve travmatik durumun ürettiği bir kaygı. Bu gerçekçi kaygı ya da belki daha doğrusu korku, geleceğe bakıldığındaki belirsizliğin, hele pandeminin başındayken hastalığa ilişkin bilinmeyenlerin çok olduğu dönemdeki kaygı ile birleşiyor.
Zaman içerisinde yurttaşların, meslektaşların, yakınların ve arkadaşların kayıplarının eklenmesiyle üzüntü, karamsarlık ve çöküntünün eklendiği, geleceğe ilişkin mesleki gelişim hayallerin sarsıldığı ve yoğun kaygının devam ettiği bu biteviye durumun yıpratıcılığını ise bir başka soruya olan yanıtta görüyoruz. Yıpranmışlık sorusuna “Çok yıprandık” diyenlerin oranı yüzde 76,3. Yıpranmışlık, zamanın, çalışmanın, emek vermenin getirdiği zahmet ve yorgunluğun ötesindeki bir aşınmayı işaret ediyor. Ağustostan bu yana geçen uzunca süre içinde bu duygular iniş çıkış gösterse de salgının etkilerinin varlığını sürdürmesi umutsuzluk yaratmaya başlıyor; umut verici gelişmeler olmasına rağmen bu duygunun ortaya çıkmış olması düşündürücü.
Travmatik durumun uzayıp giden ve bitmek bilmeyen niteliği ile doğurduğu stres, belirsizliğin ve tehlikenin büyüklüğünün yarattığı kaygı ve korku... Bir ruhsal bozukluğa dönüşebilir mi? Daha önceki salgınlardaki deneyim yaklaşık her altı sağlık çalışanından birisinin üç yıla varan sürelerle depresyon ve kaygı bozuklukları yaşadığını gösteriyor. Belirsizlikler ve bilinmezliklerle dolu böyle bir salgın belki ilk defa karşımıza çıkıyor. Şunu da hatırlayalım, hastanelerdeki günlük yaşam her zaman buna benzer stres etkenleriyle, ölümler ve kayıplarla doludur. Bu salgını yarattığı travmatik etkiyle bu kadar farklı kılan nedir? İki fark var; birincisi, travmatik sayabileceğimiz etkenler başka zamanlarda teker teker gelirlerken, salgın döneminde hepsi aynı anda adeta yığılıyorlar. Başa çıkılamaz, altından kalkılması zor bir yüklenme. İkincisi, böyle bir mücadelede bilimin kılavuzluğunun esas alındığına, gerçeklerin gizlenmediğine, hastalıkla ilgili verilerin doğru ve güvenilir olduğuna ve mücadele eden çalışanlara desteğin yüksek olduğuna, hiç kimsenin feda edilmeyeceğine olan güven varsa, bu güven travmatik etkenlerin yıpratıcılığını azaltır.
Güven, sırtınızı dayadığınız duvarın sağlamlığına inancınız ölçüsünde vardır. Bu güven zor inşa edilir, her hastanede ekipler bilimsel bulgulara göre ve doğrulara sadık kalarak işlerini yaparlar. Geçtiğimiz pandemi aylarında sağlık çalışanlarının zorluklardan yakınmaları, ‘yorulduk, tükeniyoruz’ feryatları yadırgandı, duymazdan gelindi. Önce maddi isteklerde bulunmakla suçlandılar, sonra çalışma düzenleriyle özlük haklarıyla ilgili anlaşmazlıklar çıktı, şimdi hekim kitlesinin meslek örgütü hedef gösteriliyor. Sağlık çalışanlarının sadece fiziksel değil duygusal güvenliği sarsıldı, korumasız ve desteksiz kaldıkları hissi pekişti. Güvenlik olmadığında güven de kalmaz.