Bu hafta biraz kendi kendine kalmaktan, yalnızlığın dayanılmaz cazibesinden söz edeceğim size… İnsan, aslında doğuştan yalnız… Hayatını diğer insanlarla süslemeyi, doldurmayı, zenginleştirmeyi seviyor. Ama bazen de o tanıdık tek başınalığının kapısından içeri giriyor ve kendi dünyasında kendi kendine mutlu olmayı seçiyor, bunu başarıyor da. Felsefe, bu yalnızlığı bilimsel yola çok güzel sorguluyor. Bundan kaçmamak gerektiğini, bu yalnızlığın insanı aslında zenginleştiren bir seçim olduğunu söylüyor. Hayatın sırrını merak edenler. Önce kendilerinden başlıyorlar düşünmeye. Kendi hayatlarının ayrıntılarını keşfe çıkıyorlar. Önce kendilerini sorguluyorlar. Kısacası her zaman tercih edilemese de yalnızlık güzeldir.
Çocukken güzeldik be!
“Çocukken güzeldik be! Kendi dünyamız vardı. Oyuncak arabalarla taksi şirketimizi kurar, komşunun kızıyla platonik evcilikler oynardık. Rüyalarımız beyazdı o zamanlar. En büyük kabusumuz, rüyamızda gördüğümüz çikolata bahçesinin gerçek olmamasıydı. Sonra deliksizdi uykularımız; yarasız, beresiz… Hepsini yitirdik!
Sen sakın büyüme çocuk! Hiçbir şey o çok sevdiğin oyuncak araba kadar mutlu edemeyecek seni. Ve gün gelecek sen hiçbir şeyi o araba kadar çok sevemeyeceksin…
Her şeyin her şeye dönüştüğü; insanların, anıların ve de yazıların aynı hızla aynılaştığı bir zamanda, kendi olmanın, kendi kalmanın ve kendince söylemenin o özgün ve samimi tadını yeniden keşfedeceğiniz bir kitap: “Sakın Büyüme Çocuk!”
Yalnızlık, çaresizlik, hüzün, karmaşa, umut ve insan… Belki de çocuk masumiyetiyle bir bakıştı bize lazım olan.”
Muhammet Recep Arar’ın kitabı ‘Sakın Büyüme Çocuk’un tanıtım yazısı böyle. Dikkatimi en çok kitabın adı çekti. Ne çok söyleriz bu cümleyi çocuklara, hatta zaman zaman içimizdeki o çok iyi tanıdığımız yalnızlığını, yanlışlarını; doğrularını, iyi taraflarını bildiğimiz çocuğa!
Zaman zaman nesir, bazen de manzum tatta yazılmış, hoş bir irdeleme hayatla ilgili... Bizim de kendi kendimize yaptığımız, çocukluğumuzun masumiyetine sığındığımız ve büyümekten hiç hazzetmediğimiz zamanlar yok mudur? Bu kitap da öyle bir sorgulama işte!
Bu hayat, hangi hayat bilgisi kitabında geçiyordu, gibi cümlelerle sizi epey düşündürecek nitelikte, çok düşünülerek yazılmış… Hoşuma gitti gerçekten. İnsanı çocukluğuna götürüyor. İnsanı geçmişe götürüyor, o en değerli zamanın içinde bir yolculuğa çıkarıyor.
Olduğu gibi sevmek…
“Biz bittik.” demişsin. Fakat sen, bitmenin ne demek olduğunu bilememişsin. Bitmek değildi bizimkisi, başlayamamaktı. Bitmek için başlamak gerekirdi biriciğim. Biz hiç başlamadık ki… Sen beni güzel sevmedin.
Sana her adım attığımda beni biraz daha sensizliğe ittin. Ben seni her şeyim diye sevmiştim.
Meğer sende koca bir hiçmişim. İnsanlara “Ben ondan çoktan gittim.” deme, sen bana hiç gelmedin. Ben senin varlığını hiçbir zaman hissetmedim. Fakat bir gün olsun vazgeçeyim de demedim.
Şunu unutma; bizden ben vazgeçmedim, senin tarafından vazgeçirildim.
Ama rahat olsun için çünkü sensiz daha rahat artık benim de içim!
Kabul olacak dua olsan, açılmayacak uğruna ellerim…
Birini olduğu gibi sevmeyi başardınız mı? Evet, özellikle böyle soruyorum, çünkü bu bir başarı. Çünkü bu iş, dünyanın en kolay olmasına rağmen en zor işi. Birini olduğu gibi; tüm kusurları, tüm güzel huyları, tüm alışkanlıklarıyla sevmek, onu her şeyiyle olduğu gibi kabul etmek, kalbinize o şekilde almak mümkün. Ama genellikle bunu tercih etmiyor inşa. Karşısındakini değiştirmek için müthiş bir çaba harcıyor. Peki, o zaman nerede kaldı, özellikle onu sevmek, onun bütün özelliklerini değiştireceksek?
Miraç Çağrı Aktaş, ‘Yine de Sevdik’te, bütün bu çabaların gereksizliğine bir kere daha parmak basıyor. Bölüm bölüm, gerçeği biraz daha iyi, anlıyorsunuz.
Kimseye ihtiyacım yok!
“Kitapsız, çiçeksiz, hayvansız, vicdansız, doğrusuz insandan uzak dur.
Umudu öldürüp, nefreti toprağa dikmek isteyenlerden uzak dur.
Hayatı sadece ideoloji ve düşünce olarak görenden uzak dur.
Mutlu olmanı, sorgulamanı, düşünebilmeni kendilerine yapılmış bir tehdit olarak görenlerden uzak dur.
Kendilerine duydukları yabancılık yüzünden karşısındakini kötü bilenlerden uzak dur.
Nefreti evinin kapısına koyan, artık her dışarı çıktığında avucunda nefret taşıyanlardan uzak dur.
İnsan hayatına olan saygısızlığı bir övünç madalyası gibi, gurur mekanizması gibi görenlerden uzak dur.
Kelimeleri özenle seçmeyen, her cümlesi biat olan, her sözcüğü toz olandan uzak dur.
Sesinin tonu kalbinin tonundan çok olanlardan uzak dur.
Çünkü neye çok yaklaşırsan, neyi çok biriktirirsen, ona dönüşürsün.”
Kendin gibi kalmak zor bu hayatta. Sevdiklerimiz var, beğendiklerimiz, onun gibi olmak istediklerimiz, örnek aldıklarımız ya da sadece aşık olduğumuz için ona benzemeye çalıştıklarımız… Kime yaklaştığımız, kimi ne sebeple örnek aldığımız çok önemli. Çok dikkat gerektiren bir iş… Çünkü asıl tehlike, kendimizden uzaklaşmaya başladığımızda çalıyor kapımızı… Özgür Bacaksız’ın ‘Bazı Yollar Yalnız Yürünür’ kitabında, yalnızlığı zaman zaman özellikle tercih ettiğimiz bazen de buna mecbur kaldığımız çok güzel anlatılmış. Çok keyifli denemeler var kitapta yalnızlık üzerine. Bu yalnızlık, hoş bir yalnızlık…
Bence bıktığımız tek yalnızlık, pandeminin bize zorunlu yaşattığı kimsesiz yalnızlık… O da geçecek…