Başkan soykırım dedi mi demedi mi… Her yıl 24 Nisan’da gündemin merkezinde olan bu soru, yılın kalan günlerinde genelde unutulur, ta öbür senenin 24 Nisan’ına kadar… 30 ülkenin parlamentosunun kabul etmiş olmasına rağmen, o kelimeyi ABD başkanına söyletmemek ise asıl mesele haline gelmişti.
Zamanla değişen bir tutum var bu konuda. Türkiye’nin resmi söyleminde önce tamamen inkar yolu seçilmişken, son yıllarda yaşanan bu acı olaylar kabul edildi. Ancak sebep tehcir ve I. Dünya Savaşı olarak gösterildi. Oysa bilen bilir olayların 1915’te başlamadığını, hatırlar 1909 yılının ağırlığını, hüznünü.
Türkiye’nin Washington’daki diplomatik çabalarının ve lobi faaliyetlerinin de ana konusudur soykırım dedirtmemek. ABD başkanının her 24 Nisan demecinde bu kelimenin olmaması için maddi-manevi uğraş veren Ankara, bunu engellemek için olağanüstü bir çaba harcadı. Çalmadığı kapı, tezini anlatmadığı kurum kalmadı. Türk diplomatların ABD başkentindeki temel çabası, uğraşısı bu yönde oldu, üstelik onlarca yıldır. Bu çabanın içinde yer alan 500. Yıl Vakfı ve bu sayede kazanılan Amerikan Yahudi kurumlarının desteği özellikle 1990’lı yıllarda kendini gösterdi. Ayrıca Asala teröristlerinin öldürdüğü diplomatlar bu konuyu kişisel hale de getirdi dışişleri bakanlığı çalışanları için.
Ancak bu çabalar yeterli gelmedi; iç ve dış politikada atılan adımlar sonucunda Türkiye’nin ne Pentagon’da, ne Kongre’de, ne de Amerikan Yahudi kurumlarında destekleyeni kaldı. Ankara söylem üstünlüğü kaybetti.
Biden Ankara’nın söylemesin diye uğraş verdiği işte o kelimeyi telaffuz etti bu sene. Aslında Biden soykırım kelimesini kullanan ilk başkan da değildi. Ronald Reagan Nisan 1981’deki Holokost anmasında bu kelimeyi kullanmıştı. Ancak Türkiye ile iyi ilişkileri korumak isteyen Pentagon ağırlığını koymuş ve günümüze kadar başkanların soykırım yerine Ermenice ‘Büyük Felaket’ anlamına gelen Medz Yeghern’i kullanmayı tercih etmesini sağlamıştı. Ankara’nın bu hassasiyetine saygı duyulmuş, ABD’nin Ortadoğu’daki stratejik ortağı, güçlü NATO müttefikini rencide etmekten kaçınılmıştı. Türkiye ABD gözünde o kadar önemliydi ki, güçlü iç baskılara rağmen Washington, 1915 Olaylarına soykırım diyerek Ankara’yı kendinden uzaklaştırmayı göze almıyordu.
Ancak artık durum çok farklı. Obama’nın model ülke olarak gösterdiği günlerden çok uzaklardayız. Bugün ikili ilişkiler bambaşka bir boyutta, sorunlar çığ gibi birbiri üstüne sıralanmış durumda. İlişkiler stratejik ortaklıktan, NATO aracılığıyla sürdürülen, güvenlik odaklı bir işbirliğine evrildi. Öte yandan açık bir kapı halen mevcut. ABD’nin, Afganistan barış görüşmelerinin Türkiye’de yapılmasını istemesi buna bir örnek gösterilebilir. Ancak, işbirliği olanakları mevcut olsa da, yeniden güven tesis edilmesi elzem.
Biden’ın Ankara’nın hassas olduğunu bildiği soykırım kelimesini telaffuz etmesi Ermeni acılarına ortak olmaktan çok Türkiye’ye bir mesaj niteliğinde. Konu sadece Türkiye ile ABD arasındaki ilişkilerde de değil. Türkiye’nin iç ve dış politikası, bölgesel ülkelerle ilişkileri, Rusya ile yakınlaşması, tüm bunların ABD’deki yansıması ve ABD’nin kendi iç dinamikleri ve dış politika öncelikleri de bu sonucu doğurdu. Tüm bunları üst üste koyduğumuzda, arkasında herhangi bir yaptırım kararı veya kınama olmayan bu söylemin en başta sembolik bir anlamı olduğunu belirtmemiz gerek.
Ancak, bu açıklama, Ankara’nın diplomaside başarısızlığını, dış politikadaki yalnızlığını yüzümüze çarpıyor. Birçok konuda olduğu gibi bu konuda da tezini dinletemediğini, savunamadığını gün yüzüne çıkarıyor. İç politikanın bir aracı haline gelen ideolojik dış politikanın yalnızlaştırdığı Türkiye’ye birçok başkent gibi Washington’dan da kırmızı kart çıktığının göstergesi.
Biden’ın açıklamasının içeriğine baktığımızda ise, metnin daha sert olabileceğini kabul etmekle birlikte, İstanbul değil de Konstantinopolis diyerek Osmanlı Devleti ile Türkiye Cumhuriyetini ayırıyor diye düşünmeyi, “Amacımız kimseyi suçlamak değil, benzerlerinin tekrarlamamasını sağlamak” demesi ile avuntu bulmayı doğru bulmuyorum. Bu metnin Osmanlı tarihiyle övünen, İstanbul’un fethini kutlayan, kendini Osmanlı’nın devamı gören bir iktidarın döneminde söylemiş olması, bu yumuşatma çabalarını geçersiz kılıyor.
İki devlet başkanı hazirandaki NATO zirvesi sırasında baş başa görüşeceklerini açıkladılar. Bu da olanların ilişkilerde bir kırılmadan çok, kapanmamasına çok çaba sarf edilmesi gereken o kapının varlığını gösteriyor. Ankara’nın İsrail ve Mısır gibi Washington’u elçisiz bırakacağını sanmıyorum. Bir “One Minute” ile ilişkileri koparmayacağı da malum.
Ankara bazı konularda daha yapıcı adımlar atmış olsaydı sonuç nasıl olurdu diye merak ediyorum. Mesela Karabağ meselesi Azerbaycan lehine sonuçlandığında, bunu kendi çıkarına çevirmek için Ermenistan ile yeniden ilişkileri yoluna koymak için bir adım atılmış olsaydı sonuç değişir miydi? Ya da İsrail ve Mısır ile ilişkilerini yeniden rayına koymuş olsaydı…
Soykırım bir ülkenin suçlanabileceği en ağır itham. Ermeni meselesi ise acılara ortak olmaktan ziyade siyaseten araçsallaştırılmış durumda. Bu durumun sebebi Türkiye’nin dış politika kararlarında ve iç siyasetinde aranabilir. Ancak daha da önemli sebep yanı başımızda duruyor. Bu topraklarda büyük acılar yaşandı. Bu topraklarda yaşanan acılarla, bu topraklarda yüzleşilmeliydi, yapılmadı. Oysa kendi tarihimizle yüzleşmek, kimin ne dediğinden çok daha önemli olmalı.