Nedeni nedir, tam çıkaramıyorum ama bahar benim için mayıs ayıdır. Hazirandan başlayarak yılın en uzun günlerine girilir ve etraf ışık dolar. Ama Mayıs henüz o kadar parlak olmadığı gibi hava fazla ısınmamıştır, etraftaki çiçekler, ağaçlar henüz toz tutmamıştır, tomurcuktan dönüşen yapraklar pırıl pırıldır.
Bundan 50 yıl öncesinin Ankara’sını anımsıyorum. Ahmet Muhip Dıranas’ın ‘hoyrattır’ dediği akşam üstlerinin sokaklarına çıkardım. Hâlâ yerinde duran Meşrutiyet Caddesindeki evimizden o zamanki adıyla Adakale Sokağa, Ataç Sokağa, Yüksel Caddesine yürürdüm. Hava serin ama apartmanların önündeki küçük bahçelerde pırıl pırıl, kocaman güller olurdu. Bakmaya doyamazdım.
O mayıs günlerinin ışığa açılan sabahlarında ve öğleden sonralarında içim dışım tıka basa edebiyatla dolardı. Sabahları erkenden uyanır, şiirlere dalardım. Öğleden sonraları dersten kaçar, Ankara Koleji lise kısmının nefis kütüphanesinde, derin, kalın, koyu bir sessizlik içinde okuduğum Sait Faik öykülerine gömülürdüm. (Onların her biri şiirdir ve bu yargı kesin bir gerçeği yansıtır.) O öyküleri her mayısta okumayı bugün de sürdürüyorum. İşte nedenini bilmiyorum dediğim tam da budur. Neden bir an bile eksilmeyen edebiyat tutkum Mayıs’ta böylesine coşardı? Sonradan bunun ışıkla ilgili olduğunu buldum.
Geçenlerde eşimle birlikte ağır bir hastalık geçirdik. Bir hafta bir hastane odasında iki hasta olarak yattık. Camlar iç avluya bakıyordu, gökyüzü yoktu. Hava çok kapalı, oda loştu. İkimiz de keyifsizdik. Hastalığım zaman zaman ağırlaşıyordu. Henüz nisandaydık. Benim için ‘şiir ayı’ gelmemişti. (Türk Dil Kurumu bir dönem, muhtemelen Fransız Devriminden sonra uygulanan Sis ayı (Brumaire/Ekim), Buz ayı (Frimaire/Şubat), Yağmurlu (Pluvoise), Çiçeksi (Floreal), Meyvecil (Fructidor/Ağustos) gibi ay adlarından esinle yeni adlar önermişti. Mayısa ‘gülay’ denecekti öneri kabul görseydi. Haydi, diğer adları da yazayım: Ocak: Ocak, Şubat: Gücük, Mart: Yelin, Nisan: Açaray, Mayıs: Gülay, Haziran: Bozaran, Temmuz: Biçim, Ağustos: Derim, Eylül: Verim, Ekim: Ekim, Kasım: Kasın, Aralık: Aralık. Şunu da belirteyim, bugünkü ay adlarından mart, mayıs ve ağustos Latince, şubat, nisan, haziran, temmuz ve eylül Süryanicedir. Ocak, ekim, kasım, aralık Türkçedir. Anadolu’da yaptığım sayısız yolculuklarda halkın bu adları değil, gücük (şubat), bozaran (haziran), ilkgüz (eylül) gibi sözcükleri kullandığını gördüm. Halkın hiç ‘nisan’ dediğini ise duymadım, hep ‘avril’ diyorlardı.)
Gene de hemşirelerin gelip ateşime baktıkları, dolayısıyla beni uyandırdıkları bir sabaha karşı hiç düşmeyen ateşim biraz hafiflemiş ben de bir parça kendime gelmiş olacağım ki, ansızın canım şiir çekti. Nedeni şu: sabaha karşı dedim. Yatakta saate bakıp ‘sabaha karşı’ diye aklımdan geçirdim ve Dıranas’ın ‘İnsan yağmur kokan bir sabaha karşı/Hatırlar bir gün bir camı açtığını/ Duran bir bulutu, bir kuş uçtuğunu’ mısraları aklıma geldi. Kendimi durduramadım ve şiirin dünyasına paldır küldür yuvarlandım ve o an iyileşeceğimi anladım. Hayatım boyunca şiirle içli dışlı oldum. 600 sayfaya yakın koskoca bir kitap yazdım, Türk şiiri ve şiir üstüne. Kısacası şiirsiz bir hayat düşünemeyeceğim, olanaksız bir şeydir.
Hafızam yüz fil gücünde olduğundan ezberimdekileri içimden, anımsamadıklarımı (Divan şiiri dahil) insanlığın yazıdan sonraki en büyük buluşu olan internetten okumaya başladım. Ertesi gün eşim de uyanıp, sabah ‘vizitlerini’ vs atlatınca bu defa YouTube’a girip çoğunu tanıdığım, benden önceki kuşağın şairleriyle yapılmış konuşmaları izledim. Nefis şeylerdi. Beni onca sıkıntının arasında bambaşka bir dünyaya taşıdılar. Şiir öyledir. Mallarmé’nin meşhur sözünde söylediği gibi ‘sözcüklerle yazılır’ ama şiirin sözcükleri gündelik hayatın sözcüklerinin ötesindedir, bizi de başka bir evrene taşır.
Hiç ötesine gitmeden hemen belirteyim, belli bir düzeyin üstündeki tek bir şiiri okuduğumuz andan itibaren hayatımız ikiye ayrılır. O şiirden önce ve sonrası birbirinden farklıdır. Bu Homeros’tan beri gelen bir gerçektir. Şiir neden yazılır, Platon Cumhuriyetinde şairlere neden yer vermedi, Kuran neden “şairlere gelince onlara yoldan sapanlar uyar” diye insanları uyarmak zorunda hissetti soruları galiba şu benim söylediklerimin bir kanıtıdır. Şiir insanı yakalar ve değiştirir.
Anlaşılan bu dışlayıcı yaklaşım zamanla galip geldi. TRT tarafından kırk küsur yıl önce yapılmış o programları eve döndükten sonra da zevkle (çok şükür, ‘keyif’le değil) izlerken, şiirleri okurken gene aynı soru kafamda düğümlendi: Neden şiir hayatımızdan böylesine çıktı? Bugün hangi televizyon kanalı bir şairi karşısına alıp böyle konuşturur, kim şiiri hayatın bir unsuru kabul ediyor, kimin hafızasında eski-yeni üç-beş şiir var? Şiir kitaplarının baskısı 500 adete kadar inmiş durumda.
Bu düşüncelerle taburcu olduk, iyileşmedik ama nekahet dönemine girdik diye eve geldik. Çıkıp işlerimize gidecek halimiz yoktu. O arada üniversiteden bana gelmiş ve birikmiş postaları gönderdiler. Yayınevlerinden yağmur gibi yağan kitaplar arasında bir de ne göreyim, şiir kitapları çıkaran 160. Kilometre Yayınevi, Gulyabani genel başlığı altında, küçük, son derecede çağdaş bir şekilde tasarlanmış, mükemmel bir seri şiir kitabı yayınlamış. Bunlar genellikle öteden beri izlediğim genç şairlerin ve yayınevini yöneten yaşıyla olmasa da başıyla herkesten daha genç Ahmet Güntan’ın kitapları.
Başta onun ve Ömer Şişman’ın kitapları olmak üzere birkaçını hemen okudum. Bunlar, söylemeye bile gerek yok, Attilâ İlhan’ın, Melih Cevdet’in, Dıranas’ın veya Cemal Süreya’nın şiiri değil. Onlarda görüldüğü ölçüde duygu yönü ağır basmıyor bu şiirlerin. Şiirin öznesiyle muhatabı arasında o kadar doğrudan bir ilişki yok, “Gözüm, canım efendim, sevdiğim, devletli sultanım’ veya ‘ne olur kim olduğunu bilsem pia’nın” gibi mısralar içermiyorlar. Çok daha karmaşık, düzyazıya yakın, sert, eleştirel, hırçın, uzlaşmaz bir şiir bunlar. Evet, en büyük fark bu; biraz daha eski şiir dünyayla, nesnelerle, doğayla, hatta kendisiyle insanı uzlaştırma çabasındaydı. Bu şiirlerse her türlü sözleşmeyi yıkmak istiyor. Kısacası ‘bildiğimiz’ şiirin dışında bir şiir var şimdi karşımızda.
Peki, böyle bir şiir bendeniz gibi ‘profesyonel’ olmayan bir okura hiçbir şey söylemez mi? ‘Hayır’ cevabını kesinlikle kabul etmiyorum. O tamamen bir önyargı. Bu şiirler, tıpkı Edip Cansever’in veya Paul Eluard’ın şiirleri gibi gününün şiiridir, günceldirler. Bugünün duyarlılığını yansıtırlar. Nasıl bugün Fragonard veya Balthus ya da Hopper gibi resim yapılamazsa, nasıl yaşayan en büyük sanatçılardan David Hockney de 1960’lardaki resimleri gibi resim yapmıyorsa, sanat bugün bambaşka bir yere gelmişse şiir de onlara koşut olarak iç dönüşümünü sürdürüyor, değişiyor ve bugünün gerçekliğine uygun hale geliyor. Kısacası bugünün şiiri Cansever’in ya da Külebi’nin şiiri gibidir. Bugünkü şiiri beğenmiyorsak, o saçma sözcükle ‘anlamıyorsak’, şiir ilerlediği biz geri kaldığımız içindir. Şiir her zamanın öncü, yaratıcı, yenilikçi şiiridir.
Bu yazıya bir sonuç gerekiyorsa şu: Bugünün dünyasından yakınıyoruz, nedeni açık, artık şiir hayatımızda eskisi kadar yer tutmuyor. Daha iyi bir dünyanın yolu şiirden geçiyor.
Ben şiirle iyileştim, sıra dünyanın iyileşmesinde.