AMSTERDAM
17. yüzyılda dünyanın yeni parlayan yıldızı, Hollanda’ydı artık… İspanya’da engizisyon bağnazlığından kaçıp bu ülkeye sığınan Yahudilerin hemen hepsi, eski Marano ya da Marano çocuklarıydı.
Maranos
Maranolar, İber Yarımadasında Hıristiyanlığa dönmeye zorlanmış Yahudilerdi… Bu ‘dönmelerin’ dinsel samimiyetine güvenmeyen yeni din-kardeşleri, onlara domuzlar anlamına gelen maranos lakabını uygun görmüştü.
Bu sevgi dolu ortamda Hıristiyan eğitimi alan Maranolar, öğrendiklerine zerre kadar inanmamış, okul ve kiliselerde okutulan her şeyin doğru olmayabileceğine dair kuşkucu bir refleks geliştirmişlerdi.
Selametin İsa’nın değil Musa’nın dininde bulunduğuna inanıyorlar ama Yahudilikle ilgili bir metinle yakalanmak, diri-diri yakılmalarına neden olabileceği için, sadece ezberlerinde tuttuklarıyla yetinmek zorunda kalıyorlardı.
Öğrendikleri dine inanmıyor… İnandıkları dini öğrenemiyorlardı. Cümlenin tam anlamıyla “Ne İsa’ya yaranabiliyorlardı… ne de Musa’ya.”
Amsterdam Yahudi Cemaati
Bu insanlar, Amsterdam’a gelip ‘atalarının kitaplarına’ kavuşunca, bir tür hayal kırıklığına uğramış, Museviliğin de -rasyonellik açısından- Hıristiyanlıktan çok da farklı olmadığına kanaat getirmişlerdi. Cemaatin çok sayıda bireyi, esenliği dinlerde aramanın boşuna olduğuna, ‘hakikate’ sadece bilimler yoluyla ulaşılabileceğine inanmaya başlamıştı.
Bütün kuşkuculuklarına karşın, ‘sürgündeki bir halk’ olarak varlıklarını sürdürmek, Sefarad1 kültürü ve Yahudi geleneklerini gelecek nesillere aktarmayı istiyorlar… Bir tür ‘ulusal görev’ olarak, çocuklarının dinsel eğitim almalarına karşı gelmiyorlardı.
Sefaradiler Amsterdam’a gelirken, Maimonides, Hasday Kreskas ve Yehuda Abravanel’in kitaplarını da yanlarına almış, din eğitimi veren okullarında dahi bu rasyonalist düşünürleri okutuyorlardı.
“Her ülkenin hakkettiği Yahudileri vardır” sözünü doğrularcasına, Amsterdam, Yahudilerin kremasını barındırıyordu. İçinde bulunduğu koşullar altında, Amsterdam Yahudiliği rasyonel ve bilimsel düşüncenin meyve vermesine uygun bir zemin teşkil ediyordu.
Bu mümbit zeminde Yahudiler, tarihlerinin en parlak evladı Baruh (Bento) Spinoza’yı yetiştirecekti… TIME dergisinin ‘yüzyılın adamı’ seçtiği Einstein’dan, ‘binyılın adamını’ seçmesi istenseydi, yazdığı “Zu Spinozas Ethik” adlı şiirindeki “bu asil adamı” önerecekti muhtemelen…
Spinoza ile Yahudi düşüncesi, Maimonides’in ilk tohumlarını attığı rasyonelleşme sürecini tamamladı… İlk bakışta, Yahudi bilim insanlarının Spinoza’dan sonra inançla bağlarını kopardığı kanaatine varılabilir… Ama dikkatle bakıldığında, bunun doğru olmadığı, gerçek inançlılığın Spinoza ile başladığı anlaşılacaktır.
İçkin2 Yasa, Belirlenim ve Bilime Yöneliş
Spinoza’ya göre, Tanrı’yla Doğa aynı şeydir… Ve akıl hocası Maimonides’in de söylediği gibi, doğayı anlamakla Tanrı’yı anlamak eş anlamlıdır. Tanrı evrendeki her şeyin ‘alt-malzemesi’3, her şeyin boyun eğdiği doğa yasalarının ta kendisidir.
Gene Spinoza’ya göre, evrende her şey, her olay, doğa yasalarına boyun eğerek, zorunlu olarak ortaya çıkar… Aynı neden ve koşullar, hep aynı sonucu doğurur… Neden ve koşulları oluşmuş bir şeyin, hayata geçmemesi mümkün değildir4.
Bilim, bu nedensellik ve belirlenimi yani doğa yasalarını ortaya çıkarmaya çalışan disiplinlerin tümüne verdiğimiz isimdir.
Belirlenimle Kaderciliğin Farkı
Peki, eğer bu doğruysa… Yani belirli neden ve koşulların doğuracağı sonuç belli ise… Bu, insanın kaderinden kaçamayacağı anlamına gelmez mi?
Neyse ki gelmez… Belirlenim, hangi nedenlerin, hangi sonuçları doğurabileceğini öğretir… “Eğer kendini yüksekten atarsan, aşağıya düşersin!” der bize… Kadercilik ise, başımıza geleceklerin önceden ‘bir yerlerde’ yazılı olduğunu, “insanın alın yazısından kaçamayacağını” anlatır.
Belirlenim, yalnız maddi dünyada değil, düşünce dünyasında da iş başındadır… Belirli neden ve koşullarda hangi fikir ve duyguları geliştireceğimiz, doğa yasalarıyla belirlenmiştir… Örneğin duyduğumuz nefret veya sevginin… öfke veya empatinin… korku veya cesaretin nedeni, içinde bulunduğumuz psikolojik ve sosyal koşullardır.
Spinoza’dan sonraki Yahudi düşüncesi, bu büyük hocanın etkisinde gelişti denebilir… Marx, Freud ve Einstein, “var olan şeylerin düzenli uyumunda dile gelen Spinoza’nın Tanrısının”5 yasalarını ortaya çıkarmaya çalıştı… Marx, toplum bilimde… Freud psikolojide… Einstein, fizikte.
Üçü de, en önemli kuramlarını Spinoza doktrinine ‘inançları’ sayesinde tasarlamışlar… Gözlemleriyle çelişmesine rağmen, ‘inançlarında’ ısrar etmeleri yüzünden de, “yaşamlarının en büyük gaflarına”6 düşmüşlerdi.
(Sonraki yazı: Marx, Freud, Einstein, İnanç ve Dindarlık)
Akılcı İnanç… İnançlı Akıl (Jozef Tarı’nın sorusundan hareketle… Soru: Hangisi daha iyi?…)
1 İbranice: İspanya (Sefaradi: İspanyol).
2 İçten işleyen (immanent).
3 Töz; İng.+ Fr.: substance.
4 Belirlenim (determinizm) doktrini.
5 Einstein’ın Rav Goldstein’a yanıtından alıntı.
6 Einstein’a atfedilen “… the biggest blunder of my life” sözü.