Küçük çocuklara hep sorulur: “Büyüyünce ne olmak istiyorsun?”
Biri itfaiyeci der, diğeri doktor, kimi pilot, kimi de polis. Genellikle, ilkokul çağındaki çocuklar safiyane bir şekilde büyüdüklerinde topluma yararlı işler yapmayı hayal eder.
Doğduğu coğrafya ve aile şartlarından bağımsız olarak, bir çocuğun ileride yüksek bir hayat standardına ulaşabilmesinin iyi bir eğitim almasından geçtiğine inanılır. Ne kadar eğitim, o kadar gelir. İyi bir eğitim ile yüksek gelir düzeyi arasında direkt bir bağ olduğu kadar bunun tersi de çoğunlukla doğru olmakta ve düşük eğitim düzeyine sahip bireyler nispeten düşük gelir düzeyine razı edilmekte.
Ne var ki, iyi eğitim demek iyi bir üniversiteden alınan lisans veya üzeri seviyesinde bir eğitim demektir. TUIK’in 2019 yılı verilerine göre, Türkiye’de sadece 11,5 milyon kişi lisans veya üzeri bir diplomaya sahip. Bunların bir kısmının emekli (iş ortamı dışında) bir kısmının da vasat sayılabilecek üniversitelerden olduğu düşünülür ise, ‘iyi’ bir eğitim alma şansına sahip olmayan kesimin aslında çalışanların büyük çoğunluğunu oluşturduğu bir gerçek. Keza, ABD’de dahi üniversite eğitimine sahip nüfusun toplam nüfusun 1/3’ünü geçmediği, dolayısı ile toplumun büyük çoğunluğunun bir üniversite eğitimine sahip olmayan kişilerden oluştuğu da benzer bir gerçek olarak karşımıza çıkmakta.
Harvard’ın efsane felsefe profesörü Michael Sandel son 30-40 senede küreselleşme ile gelen derin gelir dağılımı bozukluklarının, işçi kesiminde artan mutsuzluk ve siyasette artan kutuplaşma olarak yansıdığını ifade etmekte. Çözüm olarak, toplumların eğitime ve başarının tanımına yeni bir açıdan bakması gerektiğini söylemekte. Sandel, yüksek eğitimli ve elit yönetici tabakanın gereğinden fazla ödüllendirildikleri ve düşük gelirli çalışan kesimin bundan rahatsız olduğu tespitini yapmakta. Sandel’e göre, topluma sağladıkları fayda bakımından karşılaştırıldığında, bir hemşirenin, bir itfaiyecinin veya bir polisin çalışmaları karşılığında bu kadar düşük, öte yandan, örneğin foreks piyasalarında başkaları adına risk alıp her gün yüksek hacimli alım satımlar gerçekleştiren iyi eğitimli bir bankacının ise bu kadar yüksek bir ücret alıyor olması anlamsız gözükmekte.
Geçen sene çıkarttığı The Tyranny of Meritocracy (Meritokrasi’nin[1] Hükümranlığı) başlıklı kitabında Sandel, özellikle ABD’deki iyi üniversitelere girmenin hayat boyu yüksek gelir kazanmanın anahtarı olmasını eleştiriyor. İyi bir üniversiteye gidebilmek çok az kişiye nasip olan bir şans. Üstelik bir bireyin iyi bir üniversiteye gidebilmiş olmasının veya çok ünlü bir oyuncu veya çok para alan bir futbolcu olmasının da altında büyük ölçüde ‘şans’ faktörü bulunuyor. Bu insanların ‘başarılı’ rol modelleri olarak toplum gözünde yüceltilmeleri onuruyla çalışıp geçimini sağlayan kitlelerde bir ‘başarısızlık’ hissini tetiklemekte ve sonucunda kutuplaşmaya yol açıyor. Genellikle yönetimlerde yüksek eğitimli insanlar bulunduğundan, başarının bu şekilde tanımlanması çoğunluk tarafından yönetimlere tepki olarak siyasete de yansıyor.
Sandel’e göre, kutuplaşmayı azaltabilmenin yolu çalışmanın (çalışıyor olmanın) onurunu çalışana iade etmekten geçiyor.
Her şeyin hızla aktığı günümüzde, hızlı para kazananların ‘başarılı’ yerinde sayanların ise ‘başarısız’ olduğu yargısı çok kolay verilebiliyor. Sandel, bu yüzden başarının bireyin topluma yaptığı katkı ölçeğinde yeniden tanımlanması gerektiğini ileri sürüyor. Daha yalın bir ifade ile, dünyanın en prestijli üniversitesinde hocalık yapan Sandel, oldukça komünist bir bakışla, şansı yaver gittiği için iyi bir eğitim elde etmiş olanların bu şansa sahip olamayanlara “çalış, senin de olsun” düsturu üzerinden zulmetmesini toplumlardaki yarılmayı tetikleyen en önemli sebep olduğunu öne sürmekte.
Çocukların hayal ettiği gibi, başarılı bir kariyer tanımının topluma bir katkı sağlamak ve karşılığında onurlu bir hayat sürdürebilecek gelir elde etmek şeklinde yeniden şekillenmesi gerekmektedir. Yüksek eğitimin bilime, teknolojik gelişmeye ve refahın artmasına katkıda bulunduğu kadar, çalışan kesime topluma sağladıkları fayda ölçeğinde itibar ve haklarının teslim edilmesinin de hâlihazırdaki akut kutuplaşmanın tamiratına önemli bir destek sağlayacağı umutlandırıcı bir bakış açısı.
Sandel, 2013 senesinde yazdığı What Money Can’t Buy (Parayla Satın Alınamayacaklar) başlıklı kitabında her şeyin parayla ölçülmemesi gerektiği mesajını çok başarılı bir şekilde veriyor olsa da son kitabındaki açılımıyla artık siyasette yoğun hissedilen kutuplaşmaların azaltılmasına yönelik çok anlamlı bir revizyon teklifi getirmektedir.