Eskiden, mesela Princeton’dayken, gece çok geç saatlere kadar çalışır, sonra bir film izler, sabaha karşı bir saatte uyur, erkenden uyanır, gene çalışmaya başlardım. Yazsa, bahar gelmişse biraz evin önündeki bahçede oturur, kapıya bırakılmış gazeteyi okur, bir kahve içerdim. Kışsa yapacak bir şey olmaz, tekrar masanın başına geçerdim.
Şimdi de benzer şeyleri biraz değiştirerek yapıyorum. Akşam belli bir saate kadar çalışıyor, sonra “Garip (itiraf edeyim bazen ‘acayip’ diyorum) adamlar ne yapıyor” diyerek, bir film bulmadan önce (artık Netflix, Mubi, Hulu, Prime Video var, YouTube var) haber programlarında, vakit geç olduğu için iyice ısınmış, hızını almış, öfkeden gözleri dönmüş, ağızları köpürmüş, bağrışan insanlara, bazen seslerini kısıp bakıyorum.
Bir profesör yerinde duramıyor, ekrandan patlayıp çıkacakmış gibi, epey gevşettiği gömlek yakası ve savrulmuş kravatın ardındaki boğazını yırtarcasına, gözlerini yuvalarından çıkacak kadar açarak, feryad ederek, ellerini kollarını sallayarak bir şeyler anlatıyor. Bir başka profesör de bu defa sesini kontrol edemeyip en tiz perdeden (taşra mugannileri buna ‘si’den - nota anlamında - okumak’ derdi, sonra herkes şarkıları böyle okumaya başladı) dert anlatıyor. Derken ayağa kalkılıyor. Birbirlerinin üstüne yürüyorlar. Stüdyolar terk ediliyor. Sanki herkes “Ben saksı değilim Erol Büyükburç’um’ diye yerinden fırlayan, ilk gençliğimin efsane şarkıcısı Erol Büyükburç…
İçim karararak, biraz Almanların ‘fremdschamen’ sözcüğündeki (başkasının yerine utanmak) duygularla, gerçekten çok üzülerek ekranlardan uzaklaşıp ne yapmak istiyorsam onu yapmaya başlıyorum ama içimdeki o duygular gitgide ağırlaşıyor, katılaşıyor, günler, zamanlar boyunca boynuma asılmış bir değirmen taşı gibi bana yük oluyor. Bir ülkenin televizyonlarında düştüğü hal bu mu olmalıdır? Şu satırları yazarken de aynı duygular içindeyim.
Aslında insanlar televizyonlarda her gece gladyatörleri izliyor da farkında değil. Veya tam tersine, alan ve satan her şeyin farkında ama büyülenmiş, zehirlenmiş, bir uyuşturucuyla tütsülenmiş gibi hiç ses çıkarmadan izliyor.
Bahsettiğim durum sadece tartışma programlarıyla ilgili değil. Hepsinden önemlisi haber programlarına bakın. Özellikle onlara bakın. Sunucular haber anlatmıyor. Bir tiyatro oyuncusu gibi haberi ‘yaşıyor’. Olmayacak şey, ellerini, parmaklarını çok beğendikleri ve etkileyici (!) olduğunu sandıkları ifadelerle izleyenin gözüne sokuyor. Yerine göre siyaset yapıyor, gençlerin tabiriyle ‘ayar veriyor’lar. Ha, bir de ekrana çıkan sunucuların ve program katılımcılarının, bilhassa ‘muhafazakâr çevreden’ gelen konuşmacıların kıyafetlerine bakınız.
Kısacası, ekranlar bir tiyatro sahnesi, bir vodvil, bir fars (sulu komedi) düzeni kurmuş durumda. Bu değerlendirmemin daha da açık anlamı, ekranların eğlencelik bir yere dönüşmesidir. Bir tek, evet bir tek, nitelikli, kapsamlı, incelikli kültür programının, sanat programının bulunmadığı bu ‘anaakım’ kanalları başka nasıl açıklayacağız? (Hep ‘kültür-sanat’ diye tanımlanan ve sadece bazı kanallarda yer alan bu alana dönük programlar ‘haber’ programıdır. Onların bazıları elbette önemli ve düzeylidir ama başka bir şeyden söz ediyorum.)
Bu gibi durumlarda herkesin aklına hemen “Onlarda nasıl?” sorusu gelir. Onlar gelişmiş Batı ülkeleridir. Eğer o ülkelerin önde gelen kanallarına bakarsanız ki, BBC, CNN, TV5, Euronews demektir, eleştirdiklerimin zerresini göremezsiniz. BBC sunucuları büsbütün sakin, TV5 sunucuları hayli işveli, CNN sunucuları epey heyecanlıdır ama bizdekiyle uzaktan yakından ilgili bir tutuma girmezler. Mesafeli, ciddi, kontrollüdürler.
Peki, onlar böyledir de biz niye böyleyiz?
Doğrusu çokça neden gösterilebilir ama ben zamanında dile çok dolaşmış post-modern kavramını önemsiyorum. Bilindiği gibi, post-modern dünya, farkındayım zor ve itici bir sözcük ama kullanmalıyım, tiyatrosallığı fazlasıyla öne çıkardı. Amerikalı Marksist felsefeci Frederic Jameson bu konudaki en önemli kitaplardan birini yazarken post-modernin süslemecilik (ornementation) ile iç içe olduğunu, eklektik (ben ‘toplama’ diyorum, ‘toplama araba veya bilgisayar’ gibi, oradan buradan derlenmiş) yaklaşımın bu işin özünü oluşturduğunu belirtiyordu. Tiyatrolaşmak, tiyatroya benzemek bu gelişmelerin sonucudur. Süslemeler, anıştırmalar, derlemeler olunca mimarlıktan başlayarak her şey tiyatro(sal)laşıyordu.
Bunu söylerken tiyatroya haksızlık etmeyelim. Antik Yunan’dan Rönesans’a ve modern zamanlara kadar tiyatronun gerçekle kurduğu derin, etkileşimli bir bağ vardır. Ama unutmayalım ki, Brechtçi tiyatro ‘yabancılaşma’ etkisi yaratarak izleyene sahnede gördüklerinin ‘oyun’ olduğunu anımsatıyor, vurguluyor, onu gerçekten kopmamaya davet ediyordu. Tiyatroda bile bu uyarıya ihtiyaç duyulmuşsa, bugün Brecht’e her zamankinden çok ihtiyacımız var. Hem de sahnede, tiyatroda değil, televizyon ekranlarında, onların vodvile çevrildiği yerlerde.
Şu belirttiğim hususu bir adım ilerletirsem hiç değinmek istemediğim bir noktaya varacağım: Gerçeğin yitimi. Sadece post-truth/gerçek sonrası anlamında değil bu söylediğim. Çeşitli disiplinlerin çalışmalarından bal gibi bildiğimiz bir olgu var: bir şeyin fazlası o şeyin gerçekliğinin yitimine yol açar. Çok fazla siyaset konuşulması apolitik bir tutumun, daha da önemlisi depolitizasyonun ta kendisidir. Gece gündüz ekranlarda (bu programlar sabah bir fasıl, akşam bir fasıl devam ediyor) siyaset konuşulması siyaset konuşulmaması anlamına gelir. Çünkü bir şeyi gerçek düzeyde konuşmak analitik, mesafeli, soğukkanlı olmayı ve bilgiyi öncelikle gereksinir. Oysa bahsettiğim konuşmalar alabildiğine popülist bir tarzda cereyan ediyor ve aynı çehreler insanı kahredecek şekilde tıptan dış politikaya kadar her konuda fikir beyan ediyor. Bunun neresinde politika var, gerçek bunun neresinde, analitik düşünmenin bu yaklaşımla ilgisi ne?
Şimdi daha da beterini dile getireyim, bahsettiğim programlar bir tür uyutma taktiği. Atomistik düzeyde yaratıcılık istemeyen, beklemeyen, gerektirmeyen şekilde, aynı isimlere açılan birer telefonla düzenlenen ve sadece kızıştırmaları içeren programlar bunlar. Hani, toplumu uyutmak için zamanında ‘fado, futbol, fiesta’ üçlüsünün kullanıldığı söylenmişti ya, tamı tamına ona denk bir düzenin unsuruyla karşı karşıyayız: insanlar siyaset izlediklerini sanırken uyusunlar!
İkincisi, o zıtlaşmalar. Onların hepsi birbiriyle dövüştürülen boksörler gibi hazırlanmış, oyuna dahil edilmiş dekor unsurlarıdır. Tıpkı futbol yorumcuları gibi şu kişi bu gece o ekranda konuşacak, bağırıp çağıracak, ertesi sabah veya akşam başka bir ekranda ‘sahne alacak’tır, artık ‘ekstraya çıkacaktır’ demeyeyim. Muhalif veya muvafık olması bir şey ifade etmez. Anlamın ve gerçekliğin kaybolduğu bir düzlemde özne anlam taşımaz.
Nihayet, post-modernlikten söz ettim. Bu konunun büyük düşünürlerinden Jean-François Lyotard, bir şeyin, diyordu, modern olması için önce post-modern olması gerekir. İşte, biz, galiba o noktadayız; şimdilik post-moderniz. Umalım bir gün modernleşeceğiz ve bu bataklıktan çıkacağız. Şimdilik: her gece tiyatro ama yüreği kaldırana!