Uzun süre sokağa çıkamamak insanı sıkan bir durum hiç şüphesiz. Evde çakılmışlık hissi kişinin motivasyonunu yerle bir eden bir durum. En azından bana böyle oldu. Gerçi kitap okuyarak, yazı yazarak, film izleyerek zamanı geçirdim ama, sosyalleşememek, sevdiklerinden uzak, onların yüzlerini ekrandan görmek hiç hoş değil artık.
Bir de kendimi hep ya buzdolabının önünde ne var ne yok diye bakarken buldum ya da elimde dürbün uzakları tararken… COVID kapanmasının üzerine hızlı tempo ile gelişen olaylar da eklenince, yerimde durasım gelmedi bir türlü…
Dürbünü seneler önce bu eve taşındığımızda almıştım. Amacım komşuları dikizlemek değildi elbette. Bulunduğumuz 31. katın avantajı ile uzaklara bakmak, ufuk çizgisinin gizemine ulaşmaya çalışmaktı. O zamanlar önümüz bomboştu ve leb-i derya manzaranın cömertliği ile adaları ‘tabak gibi’ görüyorduk.
Beton perdenin ne demek olduğunu, o manzarayı tecavüz edercesine aramıza girmesi, aydan aya yükselmesi ile gördük. Sonradan olma zevksizliğinin geleceğe bırakacağı miras ancak bu kadar anlamlı olabilirdi. Adalar ise artık heybetli binaların arkasından görülmekle görülmemek arasında kararsız kalmış durumda.
Yeşil artık yok gibi. Pencereden binaların arasına sıkışıp kalmış cılız ağaç öbekleri görünüyor, ama o kadar. Yer yer terk edilmiş hafriyat alanları atılacak temelleri bekliyor belli ki. Yenileri gelince kim bilir nasıl bir durum ile karşı karşıya kalacağız? Hepten kuşatılmışlık hissi, korona zamanının ağırlığı ile birleşiyor, günleri çekilmez hale getiriyor.
Estetik, rantın ayak izleri altında telef olmamak için buralara hiç uğramamış adeta. Kimi yapı yuvarlak çizgilere sahip ancak çoğu köşeli, kimi çok yüksek, kimi ondan daha kısa, arazideki kod farklarından dolayı kimi yüksek bir yamacın tepesinde, kimi şanssız, yol hizasında, plansızlığın dersini veriyorlar sanki.
Doğa yetişiyor ve bu sakil görüntüye zarafeti güneşle veriyor. Batıdan alçalan güneşin yüksek binaların camlarına vuran aksi, geçici de olsa nefes aldırıyor. Ama o kadar!
Akşamları, düzensiz aralıklarla yanan ışıklar, kulelerin tam dolu olmadığını fısıldıyor kulaklara. Peki, öyleyse haşmeti kendinden menkul bu kadar yüksek binaya gerek var mıydı? Anlamsız bir şekilde yan yana, sıra sıra dizilmiş bu canavarlar gecenin karanlığında, kargaları kovan korkuluklar misali göğe doğru yükseliyor. Ayın cılız ışığı üzerlerine vurup güzelleştirmek istiyor onları. Ama nafile bir çaba bu. Olmuyor… İticinin sevimli olması öyle kolay değil…