Bir ülkeyi ziyarete neden gidersiniz? Ilık kumlar için diyebilirsiniz. Bu kendi başına bir emel olsa bile ki bana göre yeterli değildir, A ülkesini B ülkesinden ayırt etmek için bir iki özgün detay ararsınız. İnsanını tanımak, bağ kurmak, bazen aşık olmak istersiniz. Baharatlarını deneylemek, bit pazarlarını, ibadet yerlerini, tarihi kalıntılarını gezmek, sokak sanatçılarının performansını kayıt etmek istersiniz. Coğrafyayı anımsatacak detayları satın alıp evinizde teşhir etmek istersiniz. Otelin steril hediyelik eşya dükkanında turiste “Bu bir Peri Bacası maketi, bu bizim Süleymaniye’nin kartpostalı, bu da Çatalhöyük kitabı” deseler, turist nazikçe kafasını sallar ve kumlara döner. Umursamaz.
Bunun Peru’da bir otelin havuzuna kapanıp son gün bir Machu Picchu çakıl taşı satın alıp eve dönmekten pek farkı yoktur.
Geçtiğimiz hafta Turizm Bakanlığı tarafından yayınlanan, sonra tepki alınca kaldırılan reklam filmi iyi niyetle yapılmış ancak turistin beklentisini vizyonsuz ve kıt bir anlayışla yorumlayan nahoş bir reklamdı. Tatil köyüne girin, çıkmayın, buradaki her şey sizin için dezenfekte edildi, insanları da aşıladık, ısırmıyorlar.
Bugünlerde bu tür iyi niyetle yapılmış ancak mevcut kafa yapısının dışına çıkamayan tanıtımlarla epey karşılaştım. Yapımı üstlenen kreatif ekipler, ya aynı vizyonsuz ekole ait, ya da işi başkasına kaptırmamak için paraya ve güce sahip tarafın fikrini desteklemek zorunda kalıyor.
Örnekleyecek olursak: Dev bir karpuzun içine oturtulmuş bol saçlı ve kaşlı bir tosun bebek heykeli gördüm tanıtım amaçlı. Çocuk, korku filmlerinin Chucky’si kıvamında ürkütücü. Tabii ki iyi niyetli… Veya Aile Bakanı’nın çocuk seviyesinde bir kalem becerisi ile devlet korumasındaki 13 bin çocuğa bir ev (!) çizip göndermesi. Slogan diyor ki “Eskiden bayramlarda çocuklar büyüklere resim çizer bayram kutlardı.” Adı üstünde: Çocuklar çocuksu resim yapar! Biz onların çizme yeteneğini taklit edip bayram kartı düzenleyemeyiz. Resim çizme geleneğini vurgulamak için bir tohum atılsa mesela, her birine bir kuru boya seti hediye edilse… işte o kampanya bir umut içerirdi. Umut bir müdahale barındırır.
Bütün bu örneklerden anladığım, kendi anlayışımızla doğru gördüğümüz şekli güdümleyip uygulatmaya çalışıyoruz. Ancak güç sahibi tarafın her zaman doğru vizyon ve fikir sahibi olduğu düşünülemez. Direktifleri uygulamayı kabul eden gruplar, işverenin ufuksuz olduğunu ve en doğruyu bilmediğini söylemek isteseler de bütünden ayrılmak ve ayrışmamak için sessiz kalırlar. Halbuki gerçek aydınlanma elin elden üstün olduğunu kabul etme durumunda mümkündür.
Dücane Cündioğlu’nun bir konuşmasında gerçekçi bir tespit vardı: Başarı bazen fiziksel donanımı daha güçlü olan tarafa gelmez. Evet ekipman vardır, para vardır, güç vardır. Ancak bunlara daha az sahip taraflar da bazen başarı elde eder. Bunun sebebi de ona göre esbab-ı maneviye’dir. Yani görünmeyen faktörler. Bunları kısaca özetliyor: istihbarat mesela… daha iyi bilgi toplayan daha iyi icraat yapar. İkinci bir faktör de ittifak kurabilmek… her şeyi kendi üstlenmeyip, doğru ittifakları kurabilenler, daha başarılı olabilir diyor kısaca…
Başımıza gelen her şeyi ‘talihsizlik’ olarak algılayan bir anlayış ile yapılan vizyonsuz atılımlar sonuçsuz kalmaya mahkumdur. Kaynaklar boşa tüketilmiş olur. Esbab-ı maneviye’ye önem vermek gerek…