Sağır ve dilsiz anlamına gelen ‘ahraz’ sözcüğünü bu güne kadar hiç duymamışım. Belki okumuş olduğum bir metinde karşıma çıkmış, ama nasılsa gözümden kaçmış da olabilir. Bir süre önce kızımın beğenip önerdiği, Deniz Gezgin’in Ahraz romanını okuyuncaya değin… Bu arada hem sözcüğün anlamını hem de hayattaki karşılığını öğrenmiş oldum.
Çağdaş Türk yazarlarını ne kadar yakından izlemek istesem de, her gün yayımlananlara yetişmem olanaksız; ancak beğenisine güvendiğim biri kitap adı önerdiğinde, alıp okumaya çalışıyorum. Deniz Gezgin’i bu şekilde tanırken, Ahraz’ı da keyifle okuduğumu söyleyebilirim. Romanın kahramanı olan İsrafil, toplumun lanetlediği bir kadından, sağır ve dilsiz doğan bir çocuk. Öykü, kasabanın çöplerini toplayarak yaşamını sürdüren İsrafil ile gelişirken, yazar farklı inanç, gelenek ve söylencelerle anlatımını zenginleştiriyor. Ayrıca roman örgüsü içinde yer alan insanların davranışları, duygu ve düşünceleri, başarılı bir şekilde işlenmiş. Kitabı bitirdiğimde, onun öyküsü kadar adı da, bende farklı çağrışımlar uyandırdı. O anda şunu düşündüm:
Benim sağır ve dilsiz olan insanlara karşı duygudaşlık kurmam, yüreği ahraz olanlardan da mutlaka sakınmam gerekiyor!
Dilimiz, kulaklarımız insanlarla iletişim içinde olmak, anlaşmak için elbette ki önemlidir. Kimi zaman göstermek istediğimiz yakın ilgiyi de, bu organlarımızın aracılığı olmadan gerçekleştirebiliyoruz: Ellerimizin sıcaklığıyla dokunarak, gözlerimizin ışığıyla aydınlatarak, yüreğimizin sesini duyurarak… Çoğu kez suskunlukla, içtenlikle, sevecenlikle… Biliyoruz ki, dilimiz her an zehirli sözcükler akıtabildiği gibi, en sağlam sevgi köprüleri de kurabilir. Kulaklarımıza gelince… Çıkarları doğrultusunda tüm seslenişlere duyarsız kalabilir ya da her çağrıya sevgiyle açabilir.
Söz ve davranışlarımızla, her an ve her alanda yaşamın odak noktasında bulunduğumuzu, attığımız her adımın sorumluluğunu üstlenmemiz gerektiğini, yeri geldiğinde hayat nasılsa bize anımsatıyor.
Gezgin, Ahraz romanının bir yerinde şöyle diyor:
“Senin anlaşmak dediğin nedir ki, her bizi duyan anlıyor mu dediğimizi.”
İşitmek, duymak ya da anlamak değildir. Sözler, kulaklarımızın duvarına çarparak dağılabildiği gibi, beynimize, yüreğimize kadar işleyerek bizi etkileyebiliyor.
Yüreğimiz aynı zamanda vicdanımızı simgeliyor. Vicdanımız, ahlaki anlayışımızı temel alan kişilik özelliğimizdir. Bir bakıma gerçeğin denek taşıdır. Ne denli kaçınmaya çalışsak da, zaman zaman bu denek taşında sınandığımızı görüyoruz.
Hepsinden önemlisi:
Her birimiz duygudaşlık kurabildiğimiz ölçüde insanız. Bu yaklaşımı gösterebilmek için öncelikle karşımızdakilerin duygularını hissetmek, düşüncelerini anlamak zorundayız; yargılamadan, ötekileştirmeden, kendimizi onların yerine koyarak…
Yeter ki yüreğimiz ahraz olmasın!