Tabiat bedel ödüyor. Marmara Denizindeki salya olayı yüreğimizi burktu; bildiğimiz bir durumu gözle görmek daha çarpıcı oldu. Ekonomik büyüme uğruna neleri heba ettiğimizin hesabı tutulmuyor maalesef.
Bugünkü küresel ekonomik sistemin mimarisi II. Dünya Savaşı’nın sonladığı yıllarda tasarlandı. 1945-50 yılları arasında kurulan Birleşmiş Milletler, Dünya Bankası, IMF, çokuluslu şirketler, Marshall Yardımı, Dünya Ticaret Örgütü vb. ‘uluslar üstü’ organizasyonlar Amerika’nın dünyaya bakışına uygun olarak küresel ticareti şekillendirmeye başladı.
1951’de dünya nüfusu 2,6 milyar kişi idi ve bunun sadece yüzde 30’u şehirlerde yaşamaktaydı. Bugün 7,8 milyar kişi olduk ve yüzde 56’mız şehirlerde yaşıyor.
Sadece 70 sene içinde dünya nüfusu üçe katlandı.
70 sene öncesinin ekonomi ruhunu şöyle özetleyebiliriz: “Refaha giden yol büyümeden geçer.” Fakirlik mi var, büyü! Adalet mi eksik, büyü! Sanayileş! Daha fazla üret daha fazla tüket! Zenginleş! Gir bir şirkete, şirketler ekonomik pastayı büyütsün, paylaştıkça artar. Çalış, senin de olsun! Herkese yetecek kadar var. İşte doğal kaynaklar, işte tabiat. Üret, tüket, üret, tüket!.. Arada silahlan! II. Dünya Savaşı’nın hatırası halen sıcak.
Gayrisafi Milli Gelir kavramının literatüre girmesi 1937’de ailesi ile Ukrayna’daki pogromlardan kaçarak ABD’ye göçmüş olan Simon Kuznetz adındaki bir Yahudi tarafından gerçekleştirilmiştir. Ülkelerin kalkınma ölçüsü olarak halen kullanılan birinci istatistiğin ‘kişi başı milli gelir’ olması Kuznetz’in akademik çalışmaları sonucudur. Bu çalışmalarından dolayı 1971’de Kuznetz ekonomi dalında Nobel ödülüne layık görülmüştü.
Ne var ki, sadece 70 sene gibi kısa bir sürede meydana gelen nüfus artışı ile artık milli geliri arttırmanın her derde deva bir hedef olma durumu sorgulanmalıdır. Nitekim Fransız iktisatçı Piketty 2014’te yayınladığı kitabında Kuznetz’in “Ekonomik büyüme oldukça gelir dağılımı da düzelir” teorisinin zıddı bir tez ileri sürmüştü: “Sermayenin getirisi ekonomik büyümeden yüksek olduğu sürece gelir dağılımındaki bozulmalar artarak devam eder.” Yani, klasik kapitalist sistem kendi haline bırakılır ise sürdürülemez boyutlara varır.
Bugün ortalama eğitim ve gelir düzeyindeki genç bir insandan ‘refah’ kelimesini tanımlamasını istesek, büyük ihtimalle “daha yüksek gelir, daha büyük ev, daha yeni bir araba, daha fazla tatil” gibi klasik bir anlatımla yanıtlardı diye düşünüyorum. Başarı ve mutluluğun halen elde edilen gelir düzeyi ile ölçüldüğü bir dünyadayız.
Ne yazık ki milli gelir hesabında o büyümenin toplum psikolojisi ile doğa üzerindeki maliyeti ‘eksi’ olarak düşülmüyor.
Oysa buzulların erimesi, insanın doğadan kopması, tünellerdeki vagonlarla işe gidip geliniyor olması, obezite, toplumlar arası kutuplaşma, adaletsizlikler ve giderek bozulan gelir ve servet dağılımı gibi insan hayatına olumsuz etkileri olan yan etkiler bir bedel değil midir? Doğayı tahrip ederek ekonomisini yüzde 5 büyüten bir ülke ile tabiatı bozmadan aynı oranda büyüyen bir ülkenin ‘başarısı’ eşit sayılabilir mi?
Tüketmek için ödeyemeyeceği borcun altına girenlerle maaşının veya yıllardır biriktirdiği üç kuruş tasarrufun enflasyona yenik düştüğünü görenlerin sıkıntılarının bedelini hangi denkleme yazmak gerekir? Geleceklerine umutla bakamayanların, yaşamlarını baskı altında sürdürmek zorunda olanların, doğduğu topraklardan göçmek zorunda bırakılanların ödedikleri psikolojik bedelleri nereden düşmeli?
Kişi başı milli gelir kadar sıklıkla kullanılan bir sürdürülebilirlik endeksine ihtiyaç var. Pandemi sonrasında neoliberal serbest pazar sisteminin toplumsal sorunların çözümlenmesinde yetersiz kaldığı daha net görünüyor. Başta ABD olmak üzere gelişmiş ülkelerdeki merkez bankalarının halkın cebine neden bu kadar çok para koyduklarını sadece pandemiye bağlamak durumu açıklamaya yetmiyor. Yürürlükteki sistem bir süre daha devam edebilsin diye yapıyorlar. “En iyisi bu” denilen sistemin daha iyisinin bulunmadığı düşüncesinde takılıyız halen.
Tüketimi sabit tutup, özgürlüklerin arttığı, tabiatın eksilmediği bir dünya hayal eden gençlerin bugünkü sistemde bu hayallerine ulaşmaları nasıl mümkün olacak? Neden bugünkü neslin refah artışının bedeli onlara bırakılsın?
Bu sorunun cevabı belki de Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı tarafından 2016 senesinde yürürlüğe konulan 17 başlıklı Sürdürülebilir Kalkınma Amaçları’nda[1] yatıyor. SKA’lar üç saç ayağı üzerine oturuyor: Sosyal amaçlar, ekonomik amaçlar ve doğayı koruma amaçları.
2030 senesinde kadar geçerli hedefler şöyle özetleniyor: Yoksulluğa ve açlığa son, sağlık ve kaliteli yaşam, nitelikli eğitim, cinsiyet eşitliği, temiz su ve sanitasyon, temiz enerji, insana yakışır iş, yenilikçi altyapı, eşitsizliğin azaltılması, sürdürülebilir şehirler, sorumlu üretim ve tüketim, iklim eylemi, sudaki yaşam, karadaki yaşam, barış, adalet ve güçlü kurumlar ve bu amaçlar için yapılacak ortak eylemler.
Yeni anayasa olsun, parti programları olsun, eğitim müfredatı olsun… Artık seçimlerimizle ve bireysel davranışlarımızla bu 17 hedefe her gün nasıl yakınlaştığımızı ölçebilmemiz gerekiyor. Mevcut ekonomik sistemin salt büyüme odaklı çerçevesinin sürdürülebilirliğin ön plana çıkartılacağı bir şekilde yeniden tarif etme gereği, gelecek nesiller tarafından her geçen gün daha kalın harfler ile hesabımıza borç yazılıyor.