Akılcı İnançtan İnançlı Akla
‘Spinoza’nın Tao’su’ adlı kitabıma, bir de alt-başlık koymuştum: ‘Akılcı İnançtan İnançlı Akla’.
Kitabın imza gününde, değerli dostum Jozef Tarı, bana ilginç bir soru yöneltti: “Bunlardan hangisi iyi?.. İnancın akılcı olanı mı?.. Aklın inançlı olanı mı?..”
Böyle bir soru beklemediğim için, önce tereddüt ettim… Düşündükten sonra şöyle yanıtladım: “Hiç biri iyi değil ama… İkincisi daha kötü!”
Akılcı inanç derken, ‘dinsel ataların’ yaklaşımını kastediyordum… Bu makul insanlar, göçebe İbranilerden yerleşik bir toplum yaratmak ve bireylerin üstün bir etiğe uyarak yaşamalarını sağlamak için, onları bir inanç sistemi altında birleştirmeyi uygun görmüşlerdi.
Her ne kadar, ‘bu günkü aklımla’ toplumlara bir inanç yükü vermenin yanlış olduğunu düşünsem de, ‘kurucu ataların’ Yahudi toplum ve düşüncesini başlatma başarısını yadsımam mümkün değil.
İnançlı akıl ise, aydınlanma sonrasındaki bazı bilim insanlarının yaklaşımıydı… Bu insanlar, kendi (ve özellikle Spinoza’nın) fikirlerini öylesine sevmişlerdi ki, önce inanmışlar, sonra da bu inançlarını kanıtlamaya girişmişlerdi.
Tarihsel bir liderin, yönettiği toplumu bir inanç altında toplamaya çalışması, hoş karşılanabilir… Ama bir bilim insanının, inandığı şeyi kanıtlamaya çalışmasını mazur görmek mümkün değildir. Çünkü bilim insanı, sadece kanıtladığı şeye inanmalıdır…
“Hiçbiri iyi değil ama… İkincisi daha kötü…” dememin nedeni buydu.
***
Akılcı İnanç: Avraham, Yitshak ve Yaakov…
Tevrat’a göre, Yahudi düşünce tarihi, MÖ 2000 yıllarında, adının sözcük anlamı ‘Ulu Ata’ olan Avram ile başlamıştı… Avram’ın fikirleri, zamanın putperest kültürüne meydan okuyan, “devrimci” düşüncelerdi.
İbranilerin Tanrısı, gözle görülmeyen, elle tutulmayan ama her zaman her yerde bulunan, güneşin ve yıldızların devinimini kontrol eden müthiş kozmik güçtü.
Tevrat’ta Avram’ın temsil ettiği ‘Yahudi Aydınlanması’, bu sonsuz ve ebedi güce yakışan bir de isim tasarlamışlardı: İbranice ‘varolmak’ fiilinin geçmiş, şimdiki ve gelecek zamanlarından oluşturulmuş bu isim, sürekli varoluşu simgelemekteydi.
Antik çağların bu en soyut ve görkemli tanrısı, henüz göklere taşınmamış, bu dünyaya ait bir ilahtı… Fiziğin ‘ötesi’ (metafizik) henüz yoktu… Tanrı, Yahudilere ‘göklerde’ değil, Mezopotamya’nın güneyinde bir vatan vaat etmişti: Kanaan.
Şimdi yapılması gereken, İbranileri, çevrelerindeki putperest kültürden etkilenmeyecekleri biçimde örgütlemek… Ve ‘vadedilmiş topraklarda’, Evrenin Kralının hüküm süreceği, tam anlamıyla teokratik devleti kurmaktı.
Yeni devletin yasalarının Yahudi yaşamını kökten etkilemesi, onu tamamen başkalaştırması, günlük etkinliklere kendilerini aşan, kutsal bir boyut kazandırması gerekiyordu.
Yahudi bireye söylenen şuydu: O, Tanrıyla birlik kurmuş bir halkın çocuğuydu. Her Yahudi erkek, sekiz günlükken sünnet olarak bu birliğe (berit) katılmış oluyordu… Yahudi’nin ‘kutsal’ yaşamı, sekiz günlükken başlamış oluyor ve yaşamı boyunca da, beslenme, hijyen, cinsellik ve akla gelebilecek her türlü yaşamsal etkinlik için, yüzlerce kurala uyması gerekiyordu.
Yahudi yaşamının tümü ibadet halini alıyor, herkese sıradan görünen meseleleri çözmek için, aşırı zaman ve enerji harcanıyordu… Yahudi olmayıp da bu çabayı izleyen biri -muhtemelen- anlamakta güçlük çekiyordu.
İnançlı Akıl: Maimonides, Spinoza… Marx, Freud, Einstein
Maimonides, belki de istemeden, bugüne kadar sürecek bir kafa karışıklığına neden olmuştu… Tanrıyı bir insan gibi imgelemenin putperestlik olduğunu söylüyor, O’nu anlamanın tek yolunun doğadaki tezahürlerini izlemek olduğunu ileri sürüyordu.
Spinoza, Maimonides’in neden olduğu anlam kargaşasını daha da pekiştirmiş, ‘müridi’ sayılabilecek bilim insanlarında, Tanrı ve Doğa kavramlarını bir tutma geleneği başlatmıştı1.
Esasında, doğal realitenin ‘Tanrısal’ ya da ‘aşkın’ bir boyutu olmaması, onu daha az ilginç kılmaz… Bunu sağlayacak bir ‘iradenin’ yokluğuna rağmen, doğanın -salt kendi dinamikleriyle- böylesine tutarlı ve ‘yasalı’ davranması, herhangi bir dinsel kurgunun dile getiremeyeceği kadar esrarengizdir.
Spinoza’nın amacı, akla laikliğe, toplumsal hoşgörü ve politik özgürlüğe dayalı yeni bir kültürel evrenin temelini atmaktı… Bu ideali, ‘müritleri’ Marx, Freud ve Einstein da sürdürdüler.
(Gelecek Yazı: Üç Tür Bilgi… Üç Tür Dindarlık)
1 Spinoza’nın Latince önermesi: “Deus sive natura” (Tanrı yani Doğa)