Cep telefonunuzun hafızasında kaç bin fotoğraf var? Peki ya bilgisayarınızda? Son beş yıllık arşivinizdeki fotoğraf sayısı kaç? Ya hareketli görüntüler? Peki bunların ne kadarını Instagram gibi sosyal medyalarda paylaşıyorsunuz? Paylaştıklarınızla nasıl bir görünürlük elde ediyorsunuz? Bugünden yarına nasıl bir hikaye yazıyorsunuz? Peki ya o fotoğrafları çekerkenki haliniz? Ne kadarı kurgu? Ne kadar çektiğiniz anın içindesiniz? O anı yaşamak için mi yoksa geleceğe sabit tutmak için mi oradasınız? Ya da ne kadar yaşadığınız an ile kendiniz arasına teknolojiyi katarak kendinizi yaşadığınız andan yabancılaştırıyorsunuz? Dışarıdan üçüncü bir kişi gibi bakmaya başlıyorsunuz o ana? Peki ya geçmişi düşündüğünüzde, hatırladıklarınızın ne kadarı değişmeden birebir aynı kalıyor? Ne kadarı unutuluyor? Ve aradaki boşlukların ne kadarını zihnimiz öyle olmuş gibi doldurarak yeniden, ‘yeni’den yaratıyor? Geçmişimizin bu ‘yeni’den yaratılan anılarımızın ne kadarı bugünümüzü nasıl etkiliyor? Ve bu arada ayıklayıp, seçip, filtrelerden geçirip, etiketleyip/etiketlenip sosyal medyada yazdığımız bu hikayelerde insanlığımızı, otantikliğimizi nasıl koruyoruz? Kartvizitlerin yerini sosyal medya profillerinin aldığı modern dünyada kendimizden ayrı yarattığımız bu sanal personamız ne kadar gerçek? Ya da makinelerin, ekranların sadece diğerleri ile değil ama kendimizle de aramıza girdiği bu dünyada kendi düşüncelerimize nasıl daha yakın olabiliriz?
Peki ya renkleriyle, hareketleriyle, ışığıyla, ön ve arka plandaki detaylarıyla, emojileriyle, belki daha ilerde etkileşimleriyle yarattığımız bu personamızın bir parmak izini çıkarmak söz konusu olsaydı?
Bir taraftan fiziksel dünyadan sanal dünyaya geçişin hızlandığı, bu arada iletişimin sözden çok görselle yapılmaya evrildiği, kişilerin yaşamlarının değişik dönemlerinde farklı kültür ortamlarına uyum sağlamaya çalıştığı, kısmen uyumlanabildiği, kısmen kişisel kültürlerini yarattığı bu öncesiz çağda bu geniş ve bireysel fotoğraf arşivlerimizde depoladığımız, etiketlediğimiz, tarihlediğimiz belgelerimizi yeniden tanımlayarak onların dijital sürdürülebilirliğini sağlayabilir miyiz? İlk NFT’nin 69 milyon dolara satıldığı bu dönemde, seçilmiş ya da özel yazılmış kodlar kullanılarak bilgi ve belgelerin bozularak yeniden yaratıldığı yeni medya sanat yöntemleri ile kişiye ait otantik hatıralardan yapılmış bir zaman kapsülü, bir parmak izi yaratmak mümkün mü?
Aida Kohen’in New York’taki ilk sergisi Glitch Archives tüm bu sorgulamaları güdeme getiriyor. Glitch Archives gerçek insanların Instagram profillerinden aldığı on görseli kod aracılığı ile yarattığı bir çizim programından geçirerek kişilerin hafızalarını bozan dijital kişisel kolajlardan oluşmuş bir yeni medya sanat ürünü. Bir çeşit tersten arkeoloji çalışması. Sanal hafızamızı katman katman parçalayıp yeniden bütünleyen bir zaman kapsülü. Ama zaten, insan hafızası da böyle çalışmıyor mu?
Meraklısına not:
1) Aida Kohen New York Parsons School of Design’da aldığı stratejik tasarım yönetimi eğitiminin ardından iki yıl kadar tekstil tasarımı üzerine çalışmış ve sonrasında NYU’da teknolojik tarasım ve medya psikolojisi üzerine kurulu bir master programını bitirmiştir.
2) New York’taysanız Aida Kohen’in Glitch Archives sergisine 9 Temmuz 2021 tarihine kadar The Gallatin Galleries (1 Washington Pl, New York, NY 10003) adresinden ulaşabilirsiniz. Değilseniz, benim gibi, Instagram’da @glitch.archives ile yetinmeniz gerekecek.