Neredeyse 19. yüzyılın başlarına kadar tüm dünyada toplumları yöneten liderler iktidarlarını güvenceye almak için tanrısal bir meşruiyete başvurmuştu. Bu tanrısal meşruiyet liderlerin tanrı/tanrılar tarafından seçilmiş kişi olduğu savına dayandırılmıştı. Bu durum Eski Çağ uygarlıklarında liderler ‘tanrı/hükümdar’ ve eski Türk devlet geleneğinde ‘han’ ve ‘hakan’ unvanına sahip liderler ‘kut’ ile kutsanmıştı.
Orta Asya’dan Anadolu’ya gelerek önce Selçuklu sonra da Osmanlı medeniyetini kuran atalarımız devlet geleneğini Abbasiler’den almıştı. Türk boyları İslâm'ın öncülüğünü Abbasilerden devraldıkları dönem ile birlikte yönetimin başında olan sultanı, "Padişâh-ı ruy-ı zemin zülullah-i fı'l-arz" (Allah'ın yeryüzündeki gölgesi) kavramıyla anlamlandırdılar.
Sultanın ulaşılmazlığı yönettiği topluluk için bir büyüklük hissi doğuruyordu. Bugünün tweetlerle resmi açıklamalar yapan, market kameralarına bile konuşan siyasi figürleri için son derece uzak bir anlayış gibi görünse de ‘zor ulaşılır olmak’ geçmiş dünyanın yöneticilerinin mottosuydu. Her ne kadar cuma namazı çıkışlarında padişahlara arzlarını ileten halkın tüm başvurularına cevap verilmesi ciddi bir titizlikle yürütülse de; sultan çok da ortalarda olmamalıydı. İstanbul’un fatihi Sultan II. Mehmet devleti merkezileştirmek istiyordu. Onun döneminde ciddi kanunlar yürürlüğe kondu. Özellikle idari mekanizmada yapılan düzenlemelerle, hükümdar Divan'a başkanlık etmeyerek bu görevi hükümet üyelerine bıraktı. Kendisi ve yönettikleri arasına görünmez duvarlar koydu. Sultan ile konuşmak, elini öpmek, bir mesele hakkında arzda bulunmak ancak hükümet üyeleri vasıtasıyla yerine getirilmeye başlanmıştı. Osmanlı hükümdarının bu kutsallığı Osmanlı kanunlarına "Ve canib-i şerifim ile kimesne ta'am yemek kanunum değildir. Meğer ki ehl-i tyalden ola. Ecdad-ı izamım vüzerasıyla yerler imiş. Ben men etmişimdir" hükmüyle durumunu ilahi meşruiyetin yanı sıra hukuki bir biçime de büründürmüş oluyordu. II. Mehmed tarafından, yine aynı kanunnameye koydurulan "Ve canib-i şerifim sefer-i zafer- rehbere müteveccih olsa yanaşmak vüzerâmın ve kadıaslerimin ve defterdarlarımın kanundur. Ma'zul beğlerbeğleri ve beğleri dahi da'vet edersem yanaşmak kanunumdu" hükmüyle de devlet erkanının bile hükümdarın yanına yaklaşmalarının sınırlan çizilmişti.
Bütün bu resmiyetin yanında Osmanlı ülkesi, Avrupalı çağdaşlarının aksine sorgulanamaz biçimde tek bir aile tarafından yönetilmiştir; adını kurucusu Osman Bey’den alan Osmanlı Saltanatı… Tabi Osmanlı padişahları arasında geçen taht kavgalarında da sultanın meşruiyetini ve sorgulanamaz kudsiyeti konusu da ayrı bir başlıktır. İnalcık, kökünü Orta Asya Türk devletlerinde bulan geleneklere göre, hanedandan birisi fiilen tahtı ele geçirdiğinde artık onun meşruiyetinin nazari ve hukuki bakımdan bir mesele olmadığını kabul eder. Böylece tahta oturan Osmanlı hükümdarı, daha önce de belirtildiği gibi, Padisâh-ı ruy-ı zemin zıllullah-i fi'l-arz anlayışına göre kutsal ve ulu şahsiyet halini alıyordu. Dolayısıyla, Osmanlı İmparatorluğu'nda kardeşler arasında baş gösteren tahta geçme çabasını birinin, hükümdarlığı ele geçiren diğerine karşı isyan etmesi olarak değerlendirmek gereklidir asla bir taht kavgası, taht mücadelesi saltanat mücadelesi veya iktidar mücadelesi olarak adlandırılamaz.
Tekrar hatırlarsak, İslâm öncesi Türk devlet tasavvurunda politik egemen olarak Kut, Tanrı’nın inayetiyle hanedan ailesine ve ona mensup olan hakana verilirdi. Bundan dolayı, hakan ve ailesi Tanrı tarafından kutsanmış olarak kabul edilirdi. Keza bu kutsal hanedan üyelerinin kanı dökülemezdi. Kutsal kana sahip olan hanedan mensuplarının hayatlarına son verilmesi gerektiği durumlar da ise kanları dökülmeden (mesela yaşamına son verilmek istenen kişinin sahip olduğu okun yayıyla boğularak) gerçekleştirildi. İslâm öncesi Türklerde olan bu gelenek, İslâm’ı kabul ettikten sonra da Osmanlı hanedanında devam etmiştir (Arslan, 1987: 102).
Padişah her zaman, yanındakilerin merkeze karşı başına buyruk bir tavra girmelerini ve askeri başarıların da bunu meşrulaştırmak için kullanmalarını önlemek için her türlü tedbiri almıştır. Bu konuda I. Murat Rumeli’ye tayin ettiği Gazi Evronos’a mesela şu şekilde ‘nâme’ yazar: “Buyurdum ki tüm mutasarrıf olasın. Ama sakın Rumeli vilayetini kendi kılıcımla fethettim diye gurur gelmesin sana. Bunu kesin olarak bil ki yer ulu Tanrı’nındır; ondan sonra da Resulündür. Ondan da ulu Tanrı emriyle Resulünden sonra halifesi’nindir.”
İslam’da din ve devlet işleri birbirinin ayrılmaz parçalarıdır. İslam devletinin başı, hem ülkesinde dini koruyan bir ‘imam’, hem de sınırları gözeten bir ‘emir-ül mü’minin’dir. Hıristiyanlıkta olduğu gibi ‘kilise-devlet’ veya ‘papa-imparator’ ayrımı yoktur. ‘Dini’ ve ‘dünyevi’ kuvvet ayrılığı ilkesi, Batı siyasal felsefesinden ithal edilmiş terimlerdir. Hz. İsa, “Tanrı’nın hakkını Tanrı’ya, Sezar’ın hakkını Sezar’a vermeli” demişti. Oysaki Hz. Muhammed dini misyonunu yürütürken bir siyasi sistem de kurmak zorunda kalmıştı.
Din ve devlet birlikteliği içinde asırlarca çok ciddi büyüklükte bir coğrafyada varolan Osmanlı Hanedanı iktidarını, ibadullaha hizmet etmek ve Tanrı’yı tebcil yani Tanrı’yı yüceltmek için kurulan bir devlet temsilcisi gibi görür. Bundan dolayıdır ki Osmanlı’nın muhafazası önem arz etmektedir. Devlet ilelebed’dir yani sonsuza değin varolacaktır.
Ezcümle yöneticinin ve yönetimin kutsallığına inanılan bir geleneğiniz varsa bu geleneğin izlerinin çağları aşan bir kalıtsallığı olduğunu da kabul etmeniz gereklidir.