Bazen bir fotoğraf, kısa bir video kaydı veya sokakta dolaşırken gözün alanına giren bir görüntünün verdiği mesaj, onlarca hatta yüzlerce kitabın vermek istediği, anlatmak istediği hayat derslerinden çok daha çarpıcı oluyor.
LGBTİ Onur Yürüyüşlerinin yapıldığı -daha doğrusu bizde yapılamadığı- günlerde cep telefonuna düşen bir video kaydı karşısında hayatı nasıl görmek gerektiği, binlerce sözden çok daha etkili olabiliyor.
İsveç’in bir yerinde Onur Yürüyüşü’nde sokakta binlerce yürüyüşçü ve aniden beliren bir polis aracı. İçinden çıkan polisler beklenmedik bir harekette bulunup, kollarında gökkuşağı bantlarıyla, müziğin insanı sarhoş eden tınısına kapılıp sokak ortasında üniformalarıyla dans ediyor, kendilerinden geçerek. Ve polislerle birlikte tempoya ayak uyduran renkli insanlar görülüyor kayıtta.
Polisler düşüncelerinden ve cinsel yönelimlerinden dolayı kimseyi suçlu olarak görmüyor ve yürüyüşçülerin dünyalarına girerek mutluluklarını paylaşıyor, dans ediyorlar çılgınca.
Herkeste büyük bir mutluluk.
Zira hayatı ancak olumladığı, yücelttiği müddetçe mutludur insan, polis dahil olmak üzere.
***
Hayatı olumlayarak ve onu yücelterek mutlu olunabileceğini savlamıştı, Friedrich Nietzsche. İçgüdülerini dışlamayan insanın sevinçle hayatı karşılayabileceğini, bu yolda da sanatın ve özellikle müziğin ona en büyük yardımcı olacağını savlamıştı. Zira sanat, yaratıcı dinamikleriyle kişiyi ona içinde olması gerektiği söylenen sürüden ayrılma kabiliyeti vereceğini ve hayatını böylelikle daha mutlu geçirebileceğine inandıracaktı.
Sürü hayatı, insanı çürüten, dekadansa götüren, kapalı, monoton ve bu hayatı değil de bilinmeyen başka hayatlar adına davranışlarını sınırlandırarak yaşadığı hayatı zindan edecekti. Sürüyü ve ahlakını ve onun değerli gördüğü suç, günah, merhamet, acıma, ceza, çilecilik gibi değerleri olumlamayarak gerçek özgürlük ve mutluluğa ulaşacaktı insan.
Sürüden ayrılan insan hayatı olumlama yoluyla kendi yaratacağı yeni değerlerle kendini gerçekleştirecek ve gerçek mutluluğa o zaman varacaktı. Ve ‘kendi omuzları üzerine çıkan’ insan o andan itibaren ‘Amor Fati- Kaderini Sev’ diyecekti, sürü ahlakının yarattığı kötücül ve sahte kader yerine.
Nietzsche’ye göre bu hayattan başka hayat yoktu. Her şey yaşanılan hayattaydı. Zaten ‘Tanrı’yı da öldürmüştük’. Olmayan başka hayatlarda sözde mutlu yaşama uğruna iç güdülerine ve tutkularına gem vurmayı dikte eden ve sınırları kalın duvarla ayrılmış iyi ve kötü kavramlarının içine hapseden, onu boğan sürü hayatı, yaşamı olumlamayan, insana neşesini kaybettiren ve mutsuz kılan bir sözde ahlak anlayışına sahipti.
***
Nietzsche hayatı olumlamak bağlamında Sokrates öncesi Antik Yunan insanını örnek gösterip onlara hayranlığını her daim teslim edecekti. İç güdülere, biçime ve oluşa önem veren, tutkulu ve estetiği hayatlarında olmazsa olmaz yapan Antik Yunan’ın hayatı olumlayan özelliğinin, insanı mutlu kılan yegâne form olarak değerlendirecekti.
Lakin, Nietzsche’ye göre Sokrates’le başlayan yeni düşünce biçimi bu güzelliği insanlığın elinden alacak ve hayatı olumlayan insanın yerine, aklın ve bilginin yaratacağı erdemle insanın mutlu olacağını savlayan Sokrates’i alabildiğince eleştirecekti, ayrıksı düşünür.
Sokrates’e göre insanı doğru ve mutlu yaşamaya iten yegâne olgu bilgiydi ve onu kötülüğe savuran da bilgisizlikti.
Nietzsche’nin, Sokrates’i eleştirmesinin arkasında yatan; ünlü Yunan düşünürün hakikatı arama yolundaki iyi niyetine ve bu bağlamda geliştirdiği diyalektik metoda rağmen yaşamı, uzun süren bir hastalık olarak görmesi ve bu nedenle onun sahici ve hakiki bir yaşam sürememiş olmasıydı. Nitekim Sokrates zehir içip intihar etmeden evvel kaldığı cezaevinde onu görmeye gelen arkadaşlarına, “Yaşam bir hastalıktır” diyecekti.
Bu kadar ünlü olan, müritlerinin yanından ayrılmayıp bir dediğini iki etmedikleri bir hayatta neden kötümser kalmıştı Sokrates? Bu soruyu soran Nietzsche, Sokrates’in kendini aldattığını ve bu hayatı hiç sevmediğini, bu nedenle, bile bile ölüme ve sonunda intihara kadar gittiğini savlayacaktı. Zira Sokrates hayatı olumlayan bir yaşam dokusuna sahip olamamıştı. Bilginin erdemi ve bunun da mutluluğu getireceği sanısına kapılarak hayatını mahvettiğini ve insanlığın Sokrates’le birlikte dekadansa – çöküşe geçtiğini iddia edecekti. Zira akıl, mutluluk getirmiyordu insana. Tersine akıl yarattığı kimi doğal olmayan değerler yüzünden nihilizme kadar varan, hayatı reddeden bir yaşam formatına neden oluyordu.
Sokrates, Batı’nın metafiziğini yaratmıştı ve insanı mutlu kılacak bir formülü yoktu bu yaşam biçiminin.
Nietzsche, Sokrates’in son günleri için çok tartışılacak bir iddiada bulunacak ve Yunan düşünürün hayatının son günlerinde akıl ve mantığı ikinci plana iterek, sanat ve müziğe ilgi göstermesini ‘gerçeği’ yakaladığının ışığı olarak değerlendirecekti. Ama her şey artık Sokrates için çok geç olacak, zehri içip doğru bildiği yolda hayatına son verecekti.
***
Nietzsche de Sokrates de aslında karşıt yollardan gitse de insanı hakikate ulaştırma yolunda hiçbir düşünürün sarf etmediği kadar gayret gösteren iki ayrıksı kahraman düşünür olarak tarihe geçtiler. Biri içgüdüleri, diğeri aklı öne çıkararak insanı öncüllerinin yapmaya cesaret edemedikleri son hedefe yöneltmişlerdi.
“Sorgulanmamış bir hayat yaşanmaya değmez” diyen Sokrates ile, insanı sürüden ayırmayı kendisine tutkuyla görev edinmiş Nietzsche’nin varmak istedikleri hedef bağlamında aynı yerde olmadıkları söylenebilir mi?
Lakin son tahlilde, İsveçli polislerin her şartta hayatı olumlamayı seçtiği gibi, insanı mutlu kılacak yegâne formül, hayattan sevinci fışkırtacak içgüdüleri aklın yardımıyla hayata geçirmek olmalı.
Hayatı, içgüdülerin kışkırtması ile ama aklın rehberinde olumlamak ve hatta alabildiğince yüceltmek gerek.
Ölüm zaten kapıyı çalacak er veya geç. En azından dans etmek gerek, mesela.
Ne demişti Cemal Süreya?
“Yoksuluz gecelerimiz kısa/Dört nala sevişmek lazım.” Mesela.
Amazon Ormanlarında nesli tükenmekte olan canlıları incelemek gerek. Mesela.
Kanyonlardaki kuş yuvalarını seyretmek, dağların tepesine çıkıp ses kısılana kadar, “İyi ki yaşıyorum” diye bağırmak gerek. Mesela.
Yaşanılan adaletsizlikler karşısında “Yeter ya hu” diye haykırmak lazım her yerde. Mesela.
Nietzsche’nin her şeye rağmen sonunda açıkça telaffuz etmemesine rağmen yolunu gösterdiği, ayakları yere basan Apollon ile keyfin ve barışın Tanrısı Diyonisos’un birlikteliğinde bir yaşamdır, aslolan belki de.