Slobodan Miloseviç, Yugoslavya’nın uzun süredir liderliğini yapan Tito’nun 1980’de vefatından sonra, ülkenin siyaset kademelerinde hızla yukarılara tırmanan bir iş adamıdır. Yugoslavya’da yaşayan halkların “kardeşliğini ve birliğini” dillendiren, tüm gruplara adilce davranılması gerektiğini savunan bir söylemi vardır. Nitekim, on yıl içinde devlet başkanı seçilecektir.
Her ne kadar Yugoslavya’nın çok bileşenli etnik yapısının korunmasının öneminde dem vurmaya devam etse de, Sırp milliyetçilerine de göz kırpmaya başlayacaktır, hafiften.
“Sırpların ülkenin geleceğini yönetmesini istiyorsak, en güçlü yapı olarak bütünlüğünü korumamız gerekir. Savaşmamız gerekiyorsa savaşacağız ve umuyorum ki bize karşı gelecek kadar çıldırmış olmazlar. Derdimizi doğru bir şekilde anlatamıyor olabiliriz, ancak iş savaşmaya gelince, onu iyi yaparız…”
Diğer milliyetçi hatipler gibi, Miloseviç de tarihten, ezilmişlikten, mağduriyetten bolca söz eder olur. Geçmişte yaşanan bozgunlardan söz ederek milliyetçi sinir uçlarına dokunur sakınmadan.
1991-92’de Yugoslavya parçalanıp beş değişik devlete bölünür. Bunlardan biri, Bosna Hersek, Müslüman bir nüfus çoğunluğu ile diğerlerinden ayrılır. Bünyesinde azımsanmayacak bir Hırvat ve Sırp nüfus da vardır. Parçalanmadan hemen sonra, Miloseviç, ordudaki Bosnalı Sırpların tüm silahları ile evlerine dönmelerine izin verir. Böylece, ürkütücü bir iç savaşın eşiğine gelinir.
Takip eden aylar insan hakları ihlallerine tanık olacaktır. 1992 yazında Sırplar tarafından yönetilen doksan dört toplama kampı ve burada işkence altında tutulan on binlerce tutsaktan söz edilecekti; açlık içinde, dövülen, tecavüze uğrayan insanlar…
Miloseviç bu kıyımı Bosnalı Sırplara ihale etmiş kendisi Belgrad’da olayları uzaktan izliyordu… Olup bitenden haberi vardı ve katliamlara finansal kaynak sağlıyordu. Ellerinin temiz olduğunu düşünüyordu…
Eski ABD Dışişleri Bakanı Madleine Albright, ‘Faschism: A Warning / Faşizm: Bir Uyarı’ adlı kitabında tüm dünyanın Bosna’da olup biteni bildiğini yazar. Bosnalı Müslümanların savaş uçakları yoktu, cephane üreten fabrikaları da yoktu. Sırp saldırılarını durduracak hiçbir koza sahip değillerdi.
1995 Temmuz’unda, uzun zamandır geliyorum diyen dehşet dolu günlerde, Srebrenica’da yaşanan ve sekiz bine yakın insanın soykırıma uğradığı, toplu mezarlara gömüldüğü katliam sonucu ortaya çıkan gerçek neydi? Ortam benzer olunca, sonucun da öyle olması kaçınılmaz olacaktı. Yüzyılın ilk yarısında Faşist liderlerin efsunladığı halk yığınlarının sessizliğinde gerçekleşenleri tatmış Avrupa’da, bir kez daha aynı senaryo oynanıyordu. Hiç mi ders alınmamıştı? Oysa, “Bir daha asla” basit bir slogan değildi. En azından, ondan çok daha öte olması bekleniyordu nafile bir şekilde…
Müslüman kurbanlar, Bosnalı Sırpları etnik temizlikle suçladı. Miloseviç, Hırvatların, Sırplara uyguladığı vahşetten söz etti. Ne de olsa, Hırvatlar Katolik, Sırplar Ortodoks’tu ve her şeyin başı buydu... Bir de unutulmaması gereken, Hırvat milliyetçilerinin Sırplara karşı Hitler’in yanında saf tuttukları idi, zira Sırplar da o zamanlar Sovyet Rusya ile aynı çizgideydiler. İşler karışıktı!
Yarım yüzyıl öncesinin, can çekişen gözlerle çaresiz bir şekilde bakan tutsakları geri gelmişti adeta. Derisi kemiğine yapışmış, avurtları çökmüş, kamburu iyice çıkmış, toplama kamplarında ölümü bekleyen insanlar…
Oysa Miloseviç ne Hitler gibi keskin dilliydi, ne de Mussolini gibi gösterişli… Donuk hatlara sahipti, soğuktu. Demokrat olduğunu söylüyordu. Ancak ülkesinin medyasını demir yumrukla baskılıyor, siyasi rakiplerini sindiriyor, oluşturduğu para-militer kuvvetle korku salıyordu. Ülkesini korkunç savaşa salarken, barış yanlısı olduğunu iddia ediyordu. Kurguladığı acı dolu tarihte Sırpların hep kurban edildiğini söylüyordu. Durum bundan ibaretti!