Gözlerimi okuduğum sayfaya odaklamak ile tatlı bir şekerleme arasında kararsız kaldığım onlarca günden biri. Kendini sıcak havada capcanlı hissedenlerden pek olamadım. Tek istediğim, omuzumla dirseğim arasındaki tenimin kokusunu burnuma çekmek: Yazın en güzel tarafı insanın kendi teninin güneşle buluşunca oluşturduğu koku. Belki dedim kusur bende değil, roman ilerlemiyor. Tabii ya, adam (O. Pamuk) Nobel kazandı diye ömrünün sonuna kadar iyi eserler verecek değil!..
Ancak bu seneki okuma tıkanıklığı (okumama) listeme bir ödüllü yazar almadan da olmazdı… Pamuk’un geçmişte yazdığı romanları düşündüm, kurgunun detaylarında kaybolmanın yarattığı hazzı hatırladım. Şimdiki romanda henüz sayfadan fırlamayan cümlelerle uyku arasında kalmamı sorguladım. Tamam dedim, ne diyeceğini bir türlü bitiremeyen bir roman olmuş, bunu uyku öncesi okumalara alalım. Cümle tasarrufu yok, süzüp söyleme kaygısı yok…
Kambur’u aldım elime Şule Gürbüz… Minnacık bir roman tıkır tıkır gidiyor. Kelimeler süzgeçten geçmiş, Hemingway gibi kısa cümleler, Mehmet Eroğlu gibi tek satırlık dev aforizmalar, tamam ya, bu daha iyi gidiyor…
Herkes kendini iyi roman okuyucusu sanır, ancak en değme okuyucu bile günümüzde tıkandı. Roman ile vakit kaybetmek istemiyor. Derli toplu makaleler, başı sonu belli, katma değeri olan, marjinal fayda sağlayacak okumaları tercih ediyor. Romana vakit harcayacaksa da elinde bilinmedik kıyı köşe yazar tutmak istemiyor, sofistike bir isim olsun istiyor. Halbuki heyecanla roman okuduğumuz yıllar, bize iyiyi ve kötüyü şahsen ayırt etme özgürlüğü tanıyordu… Marguerite Duras’nın Tarqunia’nın Küçük Atları adlı bir romanı vardı. Yapış yapış bir yaz sıcağında, tatil yapmakta olan uzun süredir evli bir çiftin uyuşukluğunu bezginliğini satır satır damlatıyordu. Bu hissi ancak o kitabın durağanlığına ayak uyduranlar kazanırdı ve asla kurtulamazdı… gençtim okuduğumda, ancak iliklerime işlemişti… Bir klasiktir kanımca.
Şimdi kendi durumuma geleyim: Deneme yazmak için sürekli verimli yazılar okumak gerek fikrine henüz alışamadım. Ben hala okumalarımı sadece keyif ve anlam üzerine oturtmaya çalışıyorum. ‘Benim için’ süzülüp filtrelenmiş mantık, analiz kokan yazılar bir tek yazana fayda sağlar. İnsanların kurgu romanlara vakti yok gibi gerçeklere de pek prim vermiyorum. Evet, gündemden uzaklaştığım oluyor, doğrudur. Büyük hayal kırıklıkları yaşıyorum, o da doğrudur… Örneğin, Ursula Le Guin’in ‘Rüyanın Öte Yakası’ adlı romanı, okuduğum için hüsran duyduğum bir roman oldu. Herhalde ilk yazdığı bilim kurgu romanlar tutunca geniş kitleyi memnun etme kaygısına düşüp ‘mesajlı’ tutuk, büyük laflar etmeye meyilli, inceliklerden uzaklaşıp dev dev aksiyon patlamalarına gerek duyan bir roman yazmış. Önemli şeyler hakkında sorumluluk sahibi laflar etme misyonu, yazara zarar vermiş… Tasvirler neredeyse ‘kötü adam’ gibi tabirlerle ilkokul seviyesine inmiş…
Ben ne diyorum? İsteyen eline meşhur, isteyen tanınmamış yazar alsın… Sorun değil. Az kitap okusun o da sorun değil. Okuyucu kendinden sorumludur, biz ona karışamayız. Yazardır bizim hüsranlarımızın kaynağı ve sorumlusu. Yazar satış için yazmayacak, hiç yazmasın daha iyi, kendimi ihanete uğramış sayıyorum. Sayfa doldurmak için de yazmayacak. Özenecek. Klasik eserler zaten yazıldı, ilk 69 sayfayı geçemeyeceğimiz uzun romanlar devri kapandı. Ayrıca dünyaya siyasi mesaj vermek için de yazmayacak. Nobran bir duruş. Orwell bile mesaj vermedi, biz karar verdik içindeki mesajlara… Sen yazadur, gerisini bize bırak ey yazar.
Yazar bitmek bilmez enerji ile kaygısızca yazsın. Ünlü olmayanın kabul görmediği günlerde bile sadece kendisi için yazsın. Bizim gibi okuma depresyonuna meyilli iç dünya avcıları için…