Pandeminin bende yarattığı en büyük araz, kitap okuyamamak oldu. Hayatımın önemli bir parçası, bir anda elimden kayıp gitti. Ne kadar denediysem, başaramadım. Birinci sayfaya yoğunlaşmadan, ikinciye geçiyor ama daha öteye gidemiyordum. Nedenini de bir türlü anlamadım.
Yaz gelip, bir buçuk saat süren vapur yolculukları başlayınca, eskiden yaptığım üzere, çantama bir kitap koydum. O oldu. Açık havada, yüzümde maske ile nefes almakta zorlanırken, kitabı elime aldım. Sayfaların da oksijene ihtiyacı varmış galiba. Satırlar su gibi akmaya başladı. Duraklama Devri geldiği gibi gitmişti.
↔↔↔
On günlük Kurban Bayramı tatili sonrası mucizevi bir şekilde, cümle tanıdıklar kazasız belasız, mümkün olduğunca korunup, evlerimizden çıkmadan ve umarım COVID/Delta varyantları ile tanışmadan yıkılmadık ayaktayız.
Tatil yörelerinin yanı sıra, İstanbul ve ondan payını alan Prenses Adaları şimdiye kadar böylesi bir kalabalığa tanık olmadı. Otobüs, vapur gibi ulaşım araçlarının bayram süresince ücretsiz oluşu, binlerce insanı Büyükada’ya da taşıdı. Piknik ve deniz hayaliyle Ada’ya gelen yerli turistlere ilaveten Afgan ve Suriyeli mülteciler de eklendi. Eser miktarda Türkçe’nin duyulduğu on gün boyunca onlar sokaklarda, bizler de içeride sıcaktan bunaldık. Ailece gezmeye gitmek, hoşça vakit geçirmek herkesin hakkı. Ancak başkalarının da haklarına saygı göstermek şartıyla… Temizlik konusunda, zaten pek hassas olmayan Ada Belediyesi, yere atılan çöpler, boş teneke kutuları, mısır koçanları, dondurma külahları, naylon poşet yığınları karşısında nasıl baş edeceğini şaşırdı.
İş yapacağı için sevinen esnaf, “Bunlar kuru kalabalık” diyerek hüsrana uğradı. İskele Meydanı ve caddeler kiralık bisikletlere ilk kez binen acemiler sayesinde yürünmez hale geldi. Sair günlerde dahi yeterli araç olmayışından ötürü zorlanan Ada halkı, otobüs ve taksi kuyruklarında sefil oldu. Kısaca kendi mekânımızda birer yabancı idik. Dile getirmekten hoşlanmasam da Ada yerlisi ‘azınlık’ olarak yaşamanın ne hissettirdiğini, az da olsa anlamıştır.
↔↔↔
İmelda’yla okuldaştık…
Henüz Boğaz Köprüsünün olmadığı yıllarda aynı serviste arabalı vapurda gidip geldik. ‘Eski aile’ kavramının doğal sayıldığı dönemlerdi. Genç yaşta eşini kaybeden annesi, hem evin direğiydi hem de saygın bir müessesenin başında profesyonel iş hayatını sürdürüyordu. Tek kızının eğitiminin her basamağında yanında oldu.
Zaman içinde İmelda evlendi. Eşiyle birlikte çocukları Leo Halepli’yi çok yönlü yetiştirdiler. Leo’nun içindeki cevher, mükemmel bir eğitimle bütünleşti. Şans eseri, bu kez de Leo’yla oğlum bir süre aynı okula gittiler.
↔↔↔
2019’da Şalom’daki köşe yazımda, Leo’yla ilgili gündeme gelen bir haberden gururla bahsetmiştim. Beş lisan bilen Halepli, Türkiye’yi AB’ye taşıyacak ekipte devlet memuru olarak yer alacaktı. ABGS sınav sonuçlarında başarılı ilan edilmesine karşın Leo yurtdışındaki kariyerine devam kararı aldı.
Üç yıl önce İmelda, genç yaşta MS’e yenik düştü. Bayramın ortasında ise beklenmeyen bir haberle sarsıldık. Leo Halepli, kırk yaşında, geçirdiği kalp krizi sonrasında hayatını kaybetmişti. Mavi gözleri daha çok ışık yayabilecekken…
Leo’yu sosyal medyaya taşıyan dostları, onu sevgiyle yaşatıyor. Alıntılıyorum.
(…) Onu kariyeri, sıra dışı başarıları, diplomaları, unvanları, bilgisi, yetenekleri, parlak zekası ile anlatmak haksızlık olur. Leo bir gönül dostuydu.
(…) Son on yıldır Lyme adında amansız bir hastalıkla mücadele ediyordu.
Ne bir kez isyan etti, ne intizar, ne de sitem.
(…) Onu tanıyanların gözünde insan değil, yürekti, candı. Acılardan yorgun düşen bedeni kırk yaşında pes etti.
(…) Leo varlığıyla, sevginin ölümsüzlük olduğunu öğretti. Hakikatin sevgi olduğunu öğretti. ‘Bir yaşam, nasıl sahici ve dolu yaşanır’ı öğretti.
Yolu huzurlu olsun.
Sağlıkla kalın.