Üç tür bilgi… Üç tür dindarlık ´Postmodern´ düşünürlerin, rasyonel aydınlanma fikirlerine karşı gelip, dünyamız hakkında nesnel bilgi edinemeyeceğimizi, düşüncelerimizin ´taraflı´ olduğunu ileri sürmelerinden birkaç yüzyıl önceydi… Spinoza, ´iyilik´ ya da ´kötülüklerine´ göre değil ama, dışımızdaki gerçeği yansıtıp yansıtamadıklarına göre, üç tür bilgi edinebileceğimizi söylüyordu.
Üç Tür Bilgi…
- Birinci tür bilgi ya da ‘kanaat’: Bunlar, ‘öyle söylenegeldiği’ ya da duyu organlarımızla ‘öyle algıladığımız’ için, sorgulamadan edindiğimiz bilgilerdi.
- İkinci tür ya da ‘rasyonel bilgi’: Bunlar da, söylenegelenin yanlış, duyu organlarımızın yanıltıcı olabileceklerini hesaba katan, üzerlerinde akıl yürütüp, deneyimle doğruladıktan sonra kabul ettiğimiz bilgilerdi.
- Üçüncü tür ya da ‘sezgisel bilgi’: Dışımızdaki dünya hakkında edinebileceğimiz en üstün ‘biliş’ türü buydu… Tabii ki, ‘sezgisel’ kavramını “ben sezgilerime güvenirim!” sohbetlerinde geçen önyargıyla karıştırmamak koşuluyla… Buradaki sezgi kavramını şöyle tanımlamak doğru olur: “Bir nesne hakkında yeterli rasyonel bilgi edindikten sonra… doğanın genel düzeninin bu nesnede de işlediğini görüvermek”… Bahçıvan bir biyologun, ya da filozof bir balıkçının uğradığı ani perspektif değişimi gibi…
… Üç Tür Dindarlık
Bu ‘üç tür bilgiden’ hangisinin etkisinde olduğumuza göre, üç tür dindarlık geliştirebilirdik:
- Birinci tür bilgiye dayanan batıl inançlı dindarlık: Bu, aklından çok hayal gücünün etkisinde olan kişinin dindarlığıdır… Bu aşamada dinsel arayış: hayali anlatılar, kutsal hikayeler ve dini törenlerle sınırlı kalır.
- İkinci tür bilgiye dayanan akılcı dindarlık: Bu da, ‘genelde’ aklın güdümünde olan, ama bir yandan da, imgelemin hayali ama etkin öğelerine ‘kişisel huzuru’, veya ‘insanlığın iyiliği için’ başvurmakta mahzur görmeyen bireyin dindarlığıdır… Bu kişi, aynı inancı paylaşmanın insanları birbirlerine bağladığını, aralarında barış ve dayanışma sağladığını düşünür… Dine yaklaşımı, tam anlamıyla akıllıca olmasa da, akılcı sayılabilir.
- Üçüncü tür bilgiye dayanan felsefi dindarlık: Bu ise, Tanrıya insan özellikleri atfetmeyen, ahlaklı davranmak için cezalandırıcı veya ödüllendirici bir Tanrı imajına ihtiyaç duymayan kişinin dindarlığıdır… Doğanın içinde işleyen o derin aklı ve güzelliği heyecanla izleyen insanın içinde bulunduğu ruh halidir…
İşte bu ‘felsefi’ anlamda, hem Spinoza’nın, hem de ünlü ‘müritleri’ Marx, Freud ve Einstein’ın inançlı ve dindar sayılmaları gerektiğini düşünüyorum.
Toplumsal huzuru ‘hayali avuntular’ olarak gördükleri dinlerde değil, bunları eleştirmekte arayan Marx ve Freud’un inançlı ve dindar olduklarını… buna karşılık, her fırsatta ‘derin biçimde dindar’ olduğunu söyleyen Einstein’ın ise, din ve dua ile işi olmadığını ileri sürmenin izahat gerektireceğini tahmin ediyorum… Açıklayayım:
Marx, Freud ve Einstein’ın üçü de:
Hem Tanrıya inanıyorlardı…
Einstein’ın sözleriyle: “kendisini var olan şeylerin düzenli uyumunda açığa vuran Spinoza’nın Tanrısına” inanıyorlardı… ‘Spinoza’nın Tanrısı’ ise, doğanın kendisinden başka bir şey değildi.
… hem de inanmıyorlardı
Gene Einstein’ın sözleriyle: “İnsanların kader ve eylemlerini dert edinen bir Tanrıya” inanmıyorlardı.
Dindarca davranışlar sergiliyorlardı…
Evrende hüküm süren zorunluluğun insanlığın hayrına çalıştığına inanıyorlar, insanların mutlu, kardeşçe ve ahlaklı bir biçimde yaşayacakları günün gelişini hızlandırmak için, “aynen peygamberler gibi”, çaba sarfediyorlardı.
… ama, aynı zamanda, dinsizdiler
Bir takım dua ve dinsel törenlerin beraberce yerine getirilmesiyle sınırlı kalan ‘örgütlü dinlere’ ilgi duymuyorlardı.
İnançlıydılar…
Maddenin (Einstein), insanın (Freud) ve toplumların (Marx) kaotik görünen alt yapısının, bir düzene tabi ‘olması gerektiğine’ -bunu bilimsel olarak kanıtlayamadıkları zamanlarda dahi- inanıyorlardı.
Vahye inanıyorlardı…
Şu anlamda ki, evrenin kendisini insan aklına açık tuttuğuna, doğanın sırlarının er ya da geç çözüleceğine inanıyorlardı… Einstein, evrenin insan aklına açık oluşunu şu sözlerle karşılıyordu:
“Evrenin ebedi sırrı, anlaşılır olmasıdır.”
Yahudi düşüncesinde bu ‘yeni inancın’ temellerini “geleneklerin akılla çatıştığı yerde, aklın yeğ tutulması gerektiğini” söyleyerek Maimonides atmış…
Spinoza ise, ‘yeni kutsal kitap’ Etik’te, Tanrı ya da Doğanın neden tek olduğunu, evrendeki her şeyi nasıl yönettiğini aklın yadsıyamayacağı biçimde, yani kanıtlayarak, anlatmıştı.
Marx, Freud ve Einstein’a gelince, Spinoza’nın söz ettiği “içten işleyen” bir yasanın varlığına inanmışlar, her biri kendi dalında, bu yasanın işleyişini keşfetmeye çalışmışlardı: Marx, toplumbilimde… Freud, psikolojide… Einstein da, fizikte.