Sosyal medyayı kaplayan, bir zamanların Brezilya dizileri gibi nefes almadan izlenen Sedat Peker videoları ve tweet’leri ara verdi. İşin politik yanındaki vahamet besbelli ve üstüne söyleyecek tek bir sözcük yok. ‘Pekergate’ denebilir, ‘Pekerleaks’ denebilir. Garip olanı insanların bu süreci hayretler içinde izlemesi. Oysa şaşacak bir şey yok: siyaset biliminde ‘devlet dışı devlet’ diye tanımlanan mekanizmalar bir kere daha bir iç hesaplaşama neticesinde devreye girdi ve işledi.
Devlet denen makineyi anlamakla başlamak gerek. Tarihin hiçbir döneminde masum olmayan bir makine devlet. Michael Mann’ın ‘Toplumsal İktidarın Kaynakları’ isimli üç ciltlik yapıtı bu olguyu tüm çıplaklığıyla belirtir. Demokratikleşme bu makinayı biraz olsun kontrol etmek için bulunmuş bir araç ve başlı başına bir tarihtir. Ve ne yapalım ki, bazı devletler bazılarından daha az demokratikleşmiştir. (Bu arada, çok kısa bir süre önce yayınlanan bir kitap devletlerle anayasalar arasındaki ilişkiyi bilinenleri tersine çevirerek anlatıyor. Hararetle öneririm: Linda Colley, The Gun, The Ship and the Pen Warfare, Constitutions and the Making of the Modern World.)
Modernleşmeyle demokratikleşme arasında bir ilişki var ve demokratik devlet modern devletten daha önemlidir. Bir modern devlet demokratik olmayabilir. Ama her demokratik devlet moderndir. ‘Siyasal modernleşme’ denen hareket, bir zamanlar tüm yetkisi hatta tekeli devlette olan yasama, yürütme, yargı gibi alanların bağımsızlaşmasıdır. Bu şartın gerçekleştirilmediği veya o güçlerin kendilerine ait alanları otokratikleştirdiği toplumlarda demokratikleşme ertelenir ve Pekergate türünden hadiselere yol açılır. Bu bir.
İkincisi, Türkiye’nin temel sorunu tarihinin hiçbir döneminde bu mekanizmaların yeterli bir güçle çalıştırılmamasıdır. Türkiye zaman zaman çok sınırlı, çok ‘alaturka’ olsa da liberalizmi denedi. Çabalar daha Tanzimat’ta başlar. Kuntay Gücüm’ün yeterince önemsenmeyen kitabı İmparatorluğun Liberal Yılları 1856-1870 liberal düşüncenin etkisini nasıl daha Tanzimat döneminde hissettirdiğini belgelerle ortaya koyuyor. Erken Cumhuriyette bu kervanı Ahmet Ağaoğlu hayli eklektik yazı ve kitaplarıyla ilerletmeye çalıştı.
Son büyük liberalleşme hamlesi ise Özal yıllarındadır. 1979’da İngiltere’de Thatcher’ın iş başına gelmesiyle başlayan neo-liberal hareket Türkiye’de de hissediliyordu. O kadar ki, Özal, İngilizlerin attığı bazı adımların çok daha önce kendisi tarafından Türkiye’de uygulandığını söylüyordu ve bugüne kadar devam eden tarih, Yeni Sağ ve neo-liberal politikaların tarihidir. Ama liberal ayak bir kere daha güdük kalmış, Türkiye o gün bugündür dozu git gide artan bir Yeni Sağ ülke olmuştur.
Türkiye bu uzun tarihi boyunca gerçek anlamda demokratikleşmeyi hiç denemedi. Bazı hamleleri demokratikleştirici adımlar diye gördü. Bu meyanda en çok 1961 Anayasası söz konusu edilmiştir. Kuvvetler ayrılığını benimsemiş sayılan, özünde CHP’nin 1957 yılında gündeme getirdiği İlk Hedefler Beyannamesi’nin tam bir uygulaması olan bu anayasaya bile aklı başında her liberal itiraz eder. Çünkü, özgürlük, özerklik ve bağımsızlıkla çerçevelendiği sanılan kurumlar Kemal Tahir’in ‘kerim devlet’ diyerek tüy diktiği devletimizin denetimi altındadır.
Ne yazık ki, zamanla dünya da Türkiye de 1960 ve 1980 sonrasındaki çizgiyi yitirdi, daha merkeziyetçi anlayışların etkisi altına girdi. Bunu hızlı ekonomik kalkınma için tercih etti. Oysa, Daron Acemoğlu’nun çalışmalarıyla gösterdiği bir gerçek var: bir ülke demokratik değilse, demokratik mekanizmalarını işletemiyorsa ekonomisini geliştiremiyor. Oysa gençlik yıllarımda tam zıttı bir görüş hakimdi: Bir ülke eğer kişi başına 10 bin dolar altında gelir seviyesindeyse demokrasisini yaşatamaz denirdi. Acemoğlu şekke şüpheye yer bırakmayacak şekilde bu anlayışı alt üst etti: ekonomik kalkınma mı istiyorsunuz, demokratikleşin!
İşte meselenin bam teli budur, Türkiye’nin yüzlerce yıllık sorunu da budur: demokrasiyi ertelemesi, geciktirmesi, arkaya itmesi, ikincilleştirmesi.
Tıkanıklığa dört büyük neden yol açmıştır. Birincisi için rahatlıkla, Fransız sistemini benimsemek diyebiliriz. Genç Osmanlıların çok kısır bilgilerle tanıyıp transfer ettiği Fransız sistemi en fazlasından ‘meşruti monarşi’ye izin veriyordu. O günden sonra hep Anayasacılığı ‘özgürlük’ ve demokrasi sandık ve saydık. Ardından bu hamleyi Cumhuriyete taşıdık. Tüm dünya tarihinin en önemli adımlarından birini attık fakat cumhuriyetin gerektirdiği diğer demokratikleştirici hamlelerde geciktik. ‘Öncesinde demokrasi mi vardı?’ sorusu bu nedenle anlamsızdır. Evet vardı. Anglo-sakson sistemi daha öncesini bırakalım 1776’dan beri demokratiktir.
İkinci neden Genç Türklerin yani 1908 kuşağının Pozitivizmi yanlış anlamasıdır. Sonradan Cumhuriyeti kuracak bu nesil Pozitivizmi sadece elitlerin iktidarı olarak benimsedi. Onlar gerçeği bilen insanlardı, toplumu güdecek, yönlendirecek ve evrensel gerçeğin hakimiyetini sağlayacaklardı. Bu yaklaşım gerçeğin, doğruluğun ve bilimin/bilimsel gerçeğin gündelik hayatta egemen olmasını sağlamadı. Bilimsel yaklaşım ve analitik düşünce gündelik hayata yerleşmemişse yalan, sahtecilik, gerçek dışı tutum ve uygulamalar hem toplumun hem siyasetin hem de devletin özü olur. Türkiye, gerçeğin, doğrunun ve bilimsel hakikatin peşinde değil. Analitik düşünmeyi bilmez. Popülizme teslim olması bu nedenledir.
Ve üçüncü unsur da zaten odur: Popülizm. 1950’den bu yana inip çıkan bir popülizm hastalığımız var. Siyaset bilimi Popülizmin olduğu yerde ateş tütmeyeceğini bize öğretti. Üstelik, 2000’ler bütün dünyaya Popülizmi her şeyi içine alan, örten ve eriten bir örtü şeklinde yayarken Türkiye bu cereyana taşrasını, eğitimini, kurumlarını halletmeden girdi.
Son unsur özellikle 2000’lerde gelişen ‘modern demokratik’ kurumların inşa edilmemesidir. Saydamlık, hesap verme, açıklık, yönetişim demokratlığı, yerinden yönetim gibi unsurlar yeterince geliştirilmediğinden Türkiye’de devletin elinde tuttuğu rantı (hala dünyada en fazla toprak mülkiyetine sahip devletlerden biriyiz) kendi referans gruplarına ve tabanına dağıtmak şeklinde anlaşılan siyaset bugünkü sorunlarını en ileri şekilde üretti. Oysa o kurumsal dönüşümler sağlansaydı rantın gayrı meşru dağıtımını engelleyecekti. Unutmayalım ki, kapalı sistem sosyolojisine göre kurumlar, örgütler, kendi içlerine ne kadar çok kapanırsa sistem dışı güçlere o ölçüde açık hale gelir.
Bütün bunların sonunda Türkiye bugünkü Türkiye’dir.
İnsanlar bir yeraltı dünyası şahsiyetinin söylediklerini heyecanla bekliyor. ‘Gerçeği’(!) onun ağzından öğreniyor. Bu tür insanlar bu tür pozisyonlarda her zaman benzeri teveccühleri görür. ‘Kanun dışı insanların’ etrafında üretilen efsane aynı kökten türer. Kısacası, 2021 yılında iç karartan, akla ziyan, yürek yakan bir ‘gölge oyunu’ izliyoruz sahnede.
Diyalektiğin şaşmaz ilkesine göre her şey bittiği yerde başlar deyip, Macbeth’ten bir satır anımsıyorum: “Nothing is, but what is not...”