Kafamda geçtiğimiz hafta başlayan yangın felaketinin muhasebesini yapmaya çalışıyorum. İnanılmaz bir üzüntü, ardından kızgınlık ve kurtulamadığım bir çaresizlik hissi arasında dönüp duruyorum. Traktörün römorkuna pet şişelerden su ekleyip pompayla yangına müdahale etmeye çalışan köylülerin çaresizliği gibi…
Ateş sadece düştüğü yeri yakmıyor. Yapılan cılız müdahaleler azgın alevlere yenik düştükçe hem gelecek hayalleri tutuşuyor hem de sisteme duyulan güven. Kanımca ormanların güvenliği ile ilgili hem bir ölçek hem de bir yaklaşım sorunu mevcut. Alın(ma)yan önlemler orman yangınlarının ne boyutlara varabileceğine dair tehdit algısının çok düşük olduğuna işaret ediyor.
Dış düşmana karşı hazırlıklıyız. Türk Silahlı Kuvvetleri, mesela, Türkiye’nin göz bebeği. 400 binden fazla insan, en son teknoloji ile donatılmış kara, deniz ve hava kuvvetleri, insansız hava araçları, S-400’ler, tanklar, füzeler, tatbikatlar ve her türlü olasılığı değerlendirip önceden plan yapan yönetim kademeleri. Bununla kalmayıp, NATO gibi uluslararası bir güvenlik şemsiyesinde yer almak sureti ile olası tehditlere karşı dış müttefiklerin silah gücünü mobilize edecek bağlantılara dahi sahibiz.
Keza, konu insan sağlığı olduğunda hiç fena olmayan bir altyapıya sahibiz. Kimsenin öngörmediği pandemi belasını -evet başta bir bocalama dönemi geçirildi ise de- Türkiye’nin yıllardır arttırarak sürdürdüğü sağlık yatırımlarının sayesinde kontrol altında tutabiliyoruz. Tabi sadece hastane ve ekipman yatırımı olarak bakmamak gerekir. Sağlık ordusu diyebileceğimiz yetişmiş personel, doktorlar, bilim insanları ve eğitim kurumları olmasa idi, bu pandeminin maliyetinin ne kadar yüksek olabileceğini düşünmek dahi istemiyor insan.
Peki, Türkiye’nin 78 milyon hektarlık yüzölçümü içerisinde yer alan 13 milyon hektarlık verimli orman alanlarını korumak için eldeki imkanlar ne? Birkaç deniz uçağı ve büyük ölçekli yangınlara etkin müdahale imkânı verip vermediği tartışmalı olan helikopterler. Orman Genel Müdürlüğü’nün verilerine göre, Kastamonu’ndan sonra en fazla verimli orman alanına sahip ikinci ilimiz Antalya, üçüncüsü de Muğla.
Televizyon haberlerinde kamera yere çökmüş ağlayan köylü teyzeye odaklanıyor. Onun yanına gelen iyiniyetli jandarma eri de “Üzülme teyze, mala olsun cana olmasın” diyerek teskin etmeye çalışıyor. Belki de işin kırılma noktası burada düğümleniyor. Ormana malmış gibi bakıp kendi canından soyutlama zihniyetiyle uzlaşamıyorum.
Orman candır. Ruh sağlığımızın mütemmim bir cüzü, bizi bu coğrafyaya aşık eden, turizmi besleyen, oksijenimizi tazeleyen, balımızı veren, milyonlara geçim kaynağı teşkil eden yaşam nefesimizdir. Afrika’nın ve Ortadoğu’nun çöllerine dönmek istemiyor isek gözümüz gibi korumamız gereken hazinemizin ta kendisidir.
Bu yangınlarda hayatını kaybeden insanlar ne yazık ki göçtüler. Başta çam balı uzmanı arılar olmak üzere kaybolan diğer canlıların ve kızıl çam ağaçlarının yerine gelmesi ise (ki o da mümkünse) belki 50 – 60 seneyi bulacaktır. Bu zaman zarfında umutlarımızın da kaybolmaması için acilen orman varlığının korunmasına yönelik bir zihniyet değişikliğine gidilmesi gerekir. Nasıl ki bir benzin deposunu veya bir cephaneliği korumak özel önlemler gerektiriyor ise, nasıl ki vatanı dış düşmandan korumak için tam donanımlı bir silahlı kuvvetler örgütü gerekiyor ise, ormanlarımızı da düşmanlarımızdan korumak için çok daha geniş ekipman parkına ve çok daha etkin bir koordinasyon imkanına sahip olmamız gerekirdi.
Sorun bir kapasite değil bir önceliklendirme sorunudur. Benzin deposunun üzerinde oturup sadece uzaktaki düşmana karşı önlem alamayız. İşi şansa bırakamayız çünkü zaten sadece bir şans var. Bu yangınlar, iç düşmanlarımızın da tahminlerimizden çok daha zararlı olabileceğini gösterdi. Ormanlarımızın düşmanı iklim değişikliği nedeni ile artan sıcaklar olabileceği gibi, arabasından cam şişeyi ormana atan bir deyyus, ormanda mangal yakan cahil bir piknikçi, kitap yakarak eğlenen bir çocuk veya Türkiye üzerinde siyasi ya da ticari hesapları olan kundakçılar da olabilir.
Bu yangınları “Geçmişte de yangınlar oldu, her yerde oluyor” gibi küçülterek sıradanlaştırmak yerine yangınların Adapazarı depremi olarak bir milat kabul etmeliyiz. Nasıl Adapazarı depreminden sonra insanların güvensiz yapılar altında can vermelerinin önlenmesi için yapılan düzenlemelerle kullanılan betonun kalitesinden yapı denetimine, cezai sorumluluklara kadar her alanda yeni düzenlemeler yapıldıysa, ormanların korunmasında da yepyeni bir bakış açısına ihtiyaç var.
Ormanlarımızın mal değil, can olduğu bakış açısı ile yürürlükteki örgütlenme, ekipman, eleman, eğitim, disiplin, katılım, koordinasyon ve harcama çerçevesinin topyekûn yenilenmesi yönetimin gençlere borcu olmalıdır. Ormanımıza kastedenler canımıza kastetmiş demektir. İhmal de olsa, kötü niyet de olsa, canımıza kastedelerin ağır şekilde cezalandırılmaları gerekir.
Aksi takdirde, böyle gelmiş böyle gider vasatlığına teslim olmaktan kurtulamayacağız.