“Son ağaç kesildiğinde, son nehir kirlendiğinde, son balık avlandığında beyaz adam paranın yenecek bir şey olmadığını anlayacak.” Kızılderili Atasözü
Bu çok nadir bir durum… Yıllardır, belki de ilk defa, olmuyor! Elim klavyeye gitmiyor! Yazacağım diyorum, yazamıyorum! Yazmak istediklerim, söylemek istediklerim, dile gelenler, gelmeyenler… Yaşanan cehennemi haller… Bu arada yangından bağımsız yaşanan haller… Kayıplar… Elim ölümler… Acı… Çok acı.. Ama aynı zamanda düğünler… Sürprizler… Olimpiyatlardan gelen başarı haberleri… Pandemi öncesinden beri uzaklarda olduğu için göremediğim kızımla buluşmamız… Sevinmemek, mutlu olmamak mümkün mü? Evladına sarılınca… Dünyayı, hiç değilse bir anlığına, unutuyor insan. Unutmalı da! Sevinci de yaşamalı, acılar kadar…
Öte yandan yangın! Yürekler yangın yeri. Yanan sadece ormanlarımız değil. Yanan sadece ağaçlarımız değil. Ormanda nefes alan, cızırdayan, vızıldayan, koşuşturan, uçuşan her tür ve her boydan canlı… Ormandan yerleşim yerlerine ulaştığında, yanan evlerimiz, işlerimiz, yaşam alanlarımız… Yanan tüm vatanımız. Hayallerimiz… Umutlarımız… Geleceğimiz…. Canlarımız… Yanan bereketimiz…. Yanan tüm dünyamız!
Evet yangın kurak coğrafyaların gerçeği. Sadece Türkiye değil tüm Akdeniz yanıyor. İklim şartları değiştikçe yangınların da artacağını yıllardır söylüyordu bilim adamları. Ama yangın bir sonuç. İlk günden beri düşünüyorum. Neden? Neden dünyanın hiçbir köşesinde proaktif olunamıyor? Kanser gibi. Ne kadar geç kalırsanız o kadar yok edici. Ne kadar erken teşhis ederseniz o kadar tedavi edilebilir. Ve ne kadar önden önlemlerinizi alırsanız yakalanma riskiniz hep olsa da, daha az. Havaların bunca ısındığı dönemde ilk kıvılcım dahi oluşmadan evvel oluşmasını engelleyecek, olamıyorsa sonuçlarını azaltacak tedbirler yok mu hiç? Kendi aklımca soruyordum: Neden? Neler yapılabilirdi önceden?
Sonra Yangın Ekoloğu Prof. Dr. Çağatay Tavşanoğlu’nu dinledim. Teketek programında orman yangınlarını anlatıyordu. Yangınların doğallığını, ama insan faktörünün etkisini, şehirleşmenin, kasıtlı ya da cahilane ormanlık alana atılan/bırakılan izmaritlerin, çerçöpün yangını büyütücü etkileri kadar, orman içi açık alanların yok olmasına ve ormanların kendi içinde sıkıştıkça sıklaşmalarının yarattığı yangını hızlandırıcı durumları, her coğrafyanın kendi ekosistemine uygun orman ve bitki örtüsünü yetiştirdiğini, kurak bölgelerdeki ağaçların ne kadar daha kolay yansalar da evrimleşme süreçlerinde yeniden yapılanmaya o kadar daha uyumlu yeniden doğuş mekanizmaları geliştirmiş olduklarını, yanan alanların -kesinlikle dozerler sokulmadan- bir iki yıl gibi bir süre kendini rejenere etmesine zaman tanımak gerektiğini, oralara başka coğrafyaların ağaçlarının dikilmesinin düşünülmemesi gerektiğini ve orman, yangından kendini yenileyemeyecek kadar zarar gördüyse o zaman tohumlama çalışmaları ile ormanın yeniden doğmasına destek olmak gerektiğini… Ayrıca ilk kıvılcım anında gerekli müdahale yapılabilirse, bir ihtimal yangının büyümeden söndürülebileceğini, her türlü gecikmenin sonuçları katlayarak arttırdığını…
Nihayet sosyal medyanın bilgi kirliliği arasında aklı selim, çok kapsamlı, yol gösterici ve bilgilendirici olduğu kadar geleceğe tekrar umutla bakmama olanak sağlayan bir sohbetti Prof. Tavşanoğlu’nunki. Bir diğer umut da karşı karşıya kaldığımız her felakette toplumun, güçlü özel sektör kurumlarının, STK’larımızın, sıradan ya da tanınmış bireylerin el ele vererek yangını söndürmek için olduğu kadar yangından zarar gören her cana hiçbir ayrım gözetmeksizin destek olmak, yardım malzemesi ulaştırmak için canla başla çalışması oldu.
Yangınlar devlet mekanizmasının -görünüşteki aymazlığına rağmen- nihayet kontrol altına alınmaya başladı. Artık yaralarımızı sarma zamanı. Bir de başımızı önümüze koyup bu felaketten ders alama zamanı. Nerelerde eksik kaldığımızı, dünyanın ve ülkemizin karşı karşıya olduğu iklim değişikliği kaynaklı ağır felaketler döneminde bundan sonra yaşanabilecek her türlü sel, yangın, depreme karşı nasıl daha hazırlıklı olabileceğimizi düşünme zamanı. Kişisel çıkarlar dönemi biteli çok oldu. Bundan sonra öyle görünüyor ki ya hep birlikte var olacağız ya da topyekûn yok olacağız. Doğa öyle ya da böyle, er ya da geç kendini yeniliyor. Yenilemese bile, “Neden yenilenmedim, yok oluyorum” diye kendini paralamıyor. Değişime uyum sağlayamayan yok oluyor. İroniktir ki, değişime en zor uyum sağlayan hatta hiç uyum sağlayamayan da, değişimi en çok tetikleyen de, insan evladı. Oysa tüm ayrılık bilincine ve doğaya hükmetme çabasına rağmen insan doğadan bağımsız, ayrı bir şey değil. İnsan doğanın bir parçası, bir uzantısı. Doğanın kendisi. Doğa yoksa insan da yok. Önemli olan bunu son ağaç yanmadan fark edip doğa gibi davranmayı, doğa gibi yaşamayı öğrenebilmek.
O yüzden şimdi iklim krizinin geldiği boyutta bilim insanlarının öngördüğü felaketleri daha olmadan önlemek ya da minimize etmek için neler yapmak gerektiğini, olay anında nelere dikkat etmek gerektiğini, sonrasında neler yapabileceğimizi değerlendirme ve uygulamaya koyma zamanı. Kurumların erdemli ve bulundukları noktalarda liyakatları ile grev yapan bireylerin oluşturduğu idari yönetimler, akademi, özel sektör, STK’lar, dünya halkları ve hatta tüm devletler arası gerçek bir birlik hali -her ne kadar ütopik görünse de- bundan böyle tek çıkış yolumuz.
Meraklısına not: