Önceki yazımın sonunda 1955 sonrasından günümüze Kıbrıs’ı ve nüfus hareketlerini yazacağımı belirtmiştim. Kaldığım yerden devam ediyorum.
1955 neden önemli çünkü 1955’in nisan ayında EOKA silahlı örgütü, ENOSİS’i yani Kıbrıs’ta İngiliz sömürgeciliğinin bitirilmesi ve Kıbrıs’ın Yunanistan’a bağlanması için silahlı eylemleri başlattı. Yunan subayı Grivas tarafından kurulan EOKA, önce İngilizleri, onlar için çalışan Kıbrıslı Rumları; 1958’ten sonra ise Türkleri hedefine koyar. Türklerin topyekun imhasına yönelik olarak 21 Aralık 1963 tarihinde başlattıkları saldırılara kadar geçen dönemde pek çok Kıbrıslı Türk adayı terk ederek yurtdışına göç eder. Bu dönemin ilk göç hareketleri ise Kıbrıslı Türk polislerle ilgilidir. Kıbrıs sorununa kalıcı bir çözüm bulma yolunda başlatılan ikili görüşmeler sırasında Rum ve Yunan tarafının 1955 sonrasında EOKA terörünün durdurulmasında yardımcı olmak üzere tamamen Türklerden oluşturulan özel polis gücü olan Komando Birliğinin dağıtılması yönündeki istekleri kabul edilir ve 1959 yılı sonunda bu birlik lağvedilerek personelin çoğu 400 İngiliz Sterlini ödenerek emekliye sevk edilir. Personelin bir kısmı İngiltere’ye göç ederken, bir kısmı da daha sonra oluşturulan Kıbrıs Cumhuriyeti Ordusuna katılır. Bu dönemde EOKA’ya karşı İngilizlerle beraber mücadele etmiş olanlarla birlikte yaklaşık 10 bin kişilik bir grup ada dışına göç eder. Ayrıca özellikle Temmuz 1958 tarihinde güvenlikleri tehlikede olan Kıbrıslı Türklerin daha güvenli görülen bölgelere doğru toplu göçleriyle ilk etapta 6 bin, sonra ise 16 bin Türk güvenli bölgelere aktarılır. 1958-1963 döneminde tam 103 Türk köyü silahlı EOKA’cılar tarafından basılarak taş taş üstünde kalmayacak şekilde yerle bir edilir. Bu köylerde yaşayan 18.667 Türk köylü ile diğer köylerde Rumlarla beraber yaşayan 30 binden fazla Kıbrıslı Türk can güvenliklerini sağlayabilmek amacıyla daha büyük ve güvenli yerleşim bölgelerine göç ederler.
15 Temmuz 1974 tarihinde Nikos Sampson tarafından gerçekleştirilen, Makarios’un devrilmesi ve adadan kaçmasıyla noktalanan darbe girişiminden sonra adada can ve mal güvenliği kalmaz. Türkiye’nin garantör devlet olarak 20 Temmuz 1974 tarihinde başlattığı Kıbrıs Barış Harekâtı öncesinde başlayan ve daha sonra savaşın devam ettiği günlerde artarak devam eden göç hareketi sonucunda binlerce göçmen Kıbrıslı Türk, İngiltere’ye ait Akrotiri ve Episkopi askeri üslerine sığınmak zorunda kalır. Ancak bu ortam tam bir esir kampıdır. Kıbrıs’ta görev yapmaya başlayan UNFICYP ve diğer Birleşmiş Milletler yetkilileriyle adada görev yapan yabancı ülkelerin temsilcilerinin bu konuda hiçbir destekleri söz konusu olmadığı gibi Kıbrıslı Türklerin göç sorunu ve gayrı insani şartlar altında yaşamaları konusunda hiçbir yardım talebinde de bulunmazlar. 1974’ten sonra ise göç hareketleri iyiden iyiye karmaşıklaşır. Adanın farklı bölgelerinde yaşayan Latinler, Ermeniler ve Maronitler de bu göç dalgasına kendilerini kaptırırken halen Kuzey Kıbrıs’ta Koruçam bölgesindeki üç Maronit köyünde yaşayan Maronitler ise köylerinden ayrılmamayı tercih ederler. Aynı şekilde Apostolos Andreas Burnu ile Yeni Erenköy köyü civarında yaşayan ve ‘Cira’ olarak adlandırılan yaşlı Rum kadınlar da yaşadıkları köylerinden ayrılmaz ve Türk tarafında kalırlar. Çok nadir de olsa bazı Kıbrıslı Türkler de Güney Kıbrıs’tan ayrılmamayı tercih ederler. Bu yoğun göç faaliyetleri arasında adaya ayrıca Şubat 1975 tarihinden itibaren Türkiye’den de göçmenler gelmeye başlar. Ve işte dananın kuyruğu da o andan itibaren kopmaya başlar. Bugün, Kıbrıs’a gittiğinizde bazı Kıbrıslılarda kendilerini korumuş, kollamış Türk milletine karşı gizli bir antipati sezinlersiniz. Ama biz turistler bunun nedenini aslında o yıllarda yapılan yanlış yerleştirme politikalarında aramamız gerektiğini maalesef bilemeyiz. 1980’li yılların yöneticileri sorumsuzlukları ve bilgisizlikleri yüzünden ada insanının, Türkiye’den gelen göçmenlerle aralarında soğukluklar yaratmayı başarmışlardır. Tabiidir ki bunun böyle olmadığını iddia edenler olacaktır ama izlenimlerimin beni yanılttığı da olmamıştır.
Güney Kıbrıs’tan kaçarak kuzeye gelen Kıbrıslı Türklere devlet geliştirilen bir puanlama sistemiyle mal mülk edinme kolaylığı sağlar; ancak bu sistem güneyden gelenlerin şimdiki şartlarda karınlarını bile zor doyurabildiklerini iddia etmelerine neden olur. Güneyde mülkünü, bağını bahçesini bırakıp kuzeye gelenlere ve 1963’ten sonra mücahitlik yapanlara puanlar verilmeye başlanır. Göçmen ve mücahitler güneyde bıraktıkları taşınmaz mallarına ve mücahitlik görev sürelerine göre puan sahibi olur. Bunun hemen ardından da bu puanları kullanarak ev, tarla ve bahçe sahibi olmaya başlarlar. Ancak puanlama ve mülk dağıtımında da çok adil ve hakkaniyetli davranıldığı söylenemez. Güneyde malı mülkü olmayan bazı çıkarcı insanlar çevirdikleri oyunlarla ve o dönem bu faaliyetlerin farkına varamayan idarenin zafiyetinden faydalanarak kuzeyde mal mülk sahibi olurlar.
Saçmalıklar ve yanlışlılar bununla da bitmez hatta katlanarak artar. Şubat 1975 döneminden itibaren Türkiye’den adaya göç etmeleri için teşvik edilen Anadolu insanı için de benzer sıkıntılar ortaya çıkmaya başlar. Bütün hayatı boyunca hayvancılıkla uğraşmış, geçimini hayvancılıktan sağlamış Erzurum, Kars, Ağrı gibi hayvancılığın yaygın olarak ve belki de tek geçim kaynağı olarak yapıldığı bölgelerden gelen insanlara Güzelyurt ve Yeşilırmak gibi adanın en verimli tarım arazilerinin bulunduğu bölgelerde arazi tahsis edilir. Aynı şekilde bütün hayatı narenciye bahçelerinde, fıstık, buğday ve susam tarlalarında geçmiş olan Antalya, Mersin ve Adana’dan gelmiş bazı göçmenlere de adanın nispeten uzak noktalarındaki dağ köylerinde yer gösterilir[1]. Sonra da benim gibi turistler acaba neden bazı Kıbrıslılar biz Türkler’i bağırlarına basmazlar diye şaşkın şaşkın düşünür.
Devletin o yıllardaki yöneticilerinin, bürokratlarının ellerinin ucuyla işlerini yapmalarının, duyarsızca ya da umursamazca yaptıkları yanlışların bedelini oradan buraya göç etmek zorunda bırakılan Kıbrıs Adasının halkları ödemek zorunda bırakılır. İçimden geçeni yazmadan edemeyeceğim, şöyle ki devlet yönetmek, insanların kaderlerini etkileyecek kararlar vermek, kul hakkına girmek, masum canların hukukunu koruyamamak belki bu dünyada geçiştirebilir bir şeydir. Ama Allah’ın adaletine inananlar için büyük korkudur hatta korkuların en büyüğüdür.
[1] Ulvi Keser, Kıbrıs’ta Göç Hareketleri ve 1974 Sonrasında Yaşananlar, ÇTTAD, V/12,( 2006/Bahar), s.s. 103–128.