Bırakın konuşabileyim ki içim ferahlasın Eyyub
Sürgündeki ev
Rijnsburg’da karın beyaza boyadığı küçük bahçenin ortasında kuzey sabahlarının dondurucu havasını umursamaz görünüyordu albatros. Kocaman yüreği ile sinagogogun halkından daha vefalıydı. Baruh’a bağlılığını her fırsatta teyit edecekti. Amsterdam’daki o inanılmaz günden sonra, Büyük Portekiz Sinagogundan kanatlarının üzerinde, o uçuracaktı filozofu buraya.
Tünediği ağaçtan minik tavan arasını gözlüyordu yine.
Her zamanki gibi loş bir ışık yetiyordu, bir karyola ve küçük bir masadan ibaret odayı aydınlatmaya.
Filozof yatağından kalktı, kıvırcık kömür karası perçemlerinin ardından dünyaya baktı. Tabiat, işte her zamanki düzeni içinde onu bekliyordu sanki. Albatrosu gördü, aydınlandı yüzü. Yalnız olmadığını düşündü. Nasıl olabilirdi ki zaten; tabiatın rahminde yalnız olunamazdı. Niye evlenmeyip tek yaşadığı merak edilirdi hep. Bağımsızlığından vazgeçemeyeceğini nasıl anlatsındı ki. Sükûnete düşkünlüğü sinagogda yaşadıklarından sonra daha da büyüyecekti.
Üstelik annesinden kalan mirasın bilincindeydi. Onun da nefesi kızıla çalardı, saklamak isterdi oğlundan bunu. Ara sıra dudaklarının kenarından sızan tuzlu kırmızılığı yakalardı yine de Baruh. Kendi ciğerleri de yaralı olmalıydı onunkiler gibi. Merceklerini yontarken çıkan tozun ciğerlerine yapıştığını ve nefesini zorlaştırdığını da bilirdi. Sızlardı ta içinde bir yerler. “Neşenin filozofu” gençliğinden beri bilirdi, bunun onu genç bir ölüme sürükleyeceğini. Yanındakileri üzmek istemeyecekti erken ayrılıkla. Ayrılığın acısını tatmıştı, tekrarından kaçınmak istiyordu. Ama zihinsel çalışmanın mutlaka bir bedensel etkinlikle tamamlanması gereği Rabbi’den öğrendiklerinin başında geliyordu. Öyle söylemişti Rav Menaşe; tevazuya ve yaşamın bilgisine erişemezsiniz yoksa demişti. Yahudiliğin tanrısının gizemini çözmeye adayacaktı kendini; kısa yaşamında varlığın sırrını çözmek istiyordu. Talmud okulunda kendisine öğretilenler tatmin etmeyecekti onu.
Masasına oturdu. Bilinci kesitlere ayıran uzak dostuna yazacaktı. Bilinçaltı gibi tuhaf sözcükler kullanıyordu hekim. Yaptığı ruhsal çözümlemeler bütün ve tek olanın varlığını algılayamadığını gösteriyordu. Halbuki o, zamanların öncesinden Etika’sında yazmış olacaktı “Tabiat-tanrı bir bütündür ve tektir” diye. Tuhaf diye mırıldandı.
Viyana’dan yazacaktı ona Freud. Onun inançsızlığını övüyordu. “İnançsızlıkta övülecek bir şey bulamadığını” ona yazmalıydı, ama sonra devam etmeliydi; inanç kulaktan dolma veya deneyimlere dayalı bilginin doğru sanılmasıdır her şeyden önce. Birinci bilgi türü dediği buydu onun. Akıla dayanan, fikir yürütmeden yoksun zihinlere ait olacaktır inanmak. Üstelik diye ekleyecekti; ben dinselin yorumundan çıkabilecek olumlu ahlaki sonuçlara da karşı değilim.
Kutsal adına konuştuklarını ileri süren hahamların nereden buldukları belli olmayan varsayımsal hakikatlerdir benim inanç olarak niteleyip karşısında olduklarım ve eleştirdiklerim.
Tora hahamlarının ilginç diline ve buradan türeyen baskıcı yöntemlerine karşıyım. Bulduklarını ileri sürdükleri hakikatin akılla bir ilgisi olmadığından, korkutma, tehdit ve sindirmeye başvuracaklardır. Ben akıl ve sezgi ile elde edilecek sonuçların ışığında hakikati arıyorum ve buna inanıyorum. Evet, bir vahiye de inanıyorum ama kişisel vahiyler değildir bunlar. Aklın sürekli kullanımıyla ulaşılan vahiylerdir bunlar. Bilmem ne diyeceksiniz ama ben bu anlamda kuşku yok inançlıyım.
***
Evin sahibi kadın kapıyı tıklattı. O gelmeden kahvenin kokusu dolduracaktı minik odayı zaten. Erdem, Eyyub’un dediği yerde başlıyorsa, sırf peygamber olduğu için vaz mı geçeceğim bu doğrudan diye devam etti Freud’a yazmaya filozof; “Bırakın konuşayım” demeyecek miydi Eyyub.
Kadın, kahveden de sıcak bir gülümseme ile bir de mektup uzatacaktı filozofa. Albatros getirmiş olmalıydı. Bu denli uzak zamanlardan başka türlü gelmiş olamazdı. Konuşmanın yasaklanmak üzere olduğu uzak bir topraktı burası. Faşizmden söz ediliyordu oralarda ama sadece bu topraklara özgü olmayacaktı ki baskı rejimleri. Alternatiflerin dile getirilemeyeceği, konuşmanın yasak edildiği tüm fanatizmlere de ait olacaktı.
Bir yudum kahve aldı. Albatrosun dilini biliyordu filozof. Önce ona teşekkür edecekti.
Sonra oturdu yeni gelen zarfı açmaya koyuldu.
Sürgün ufukta göründüğünde
Olmuş olan tekrarlanacak,
yapılmış olan tekrardan yapılacak
Vaizler Kitabı I, 9
Rijnsburg öyle görünse de uzaklarda değildi. Hatta tersine belki. Viyana karanlığa tekrar kendini bırakacaktı. İlginç diye düşündü psikiyatrist, ilerlemenin bir parçası olmalı kötülük.
Sevgili filozofu; öykündüğü Baruh’u tüm bunları ondan daha iyi bilirdi. Ona soracaktı bunları, ama önce diğer konudaki fikrini almak isteyecekti. Psikiyatr kendini tanımlayamıyordu. Kimdi o?
Evet, çocukluğunda hatta ilk gençliğinde önem vermemişti tüm bunlara; Yahudilik kimliğinin, Yahudiler tarafından aşağılanmasına, reddine veya asimilasyona kadar her şey yaşanmıştı o zaman ve kendisi hiçbir ilgi duymamıştı bu soruna. Nihayet 1930’da Totem ve Tabu’nun İbranice baskısının önsözünde yazacaktı; “Kutsal dili bilmeyen yazar, atalarınki dahil hiçbir dinin inananı değildir, İnançsızdır, hiçbir milliyetçi düşünceye de sahip olmamıştır. Yine de halkından biri olmayı asla reddetmemiştir.”
Bunları not ettikten sonra, asıl sorusuna geçecekti psikiyatrist. Durdu, meşin kaplı masadan kalktı. Pencerenin önüne geldi. Rijnsburg’un sükûnetinden çok uzaktaydı Viyana. Aşağıda koşuşturan eli silahlı adamlar karın beyazını kırmızıya boyuyorlardı. Yazmaya devam etmeliydi; inancın kültüründen koptuğunda Yahudi nasıl tanımlanacaktı? Bunalım çözen, kendi bunalımını aşamıyordu. Kimlik bunalımını nasıl aşabilecekti Freud?
Yahudi, Yahudilik kimliği bunalımını, kapitalizmin genel bunalımı ile eşleştirebilirdi. Öyle ya kapitalist zihniyet, Yahudilik zihniyeti ile eşleştirilmemiş miydi? Neden olmasın kapitalizme nefret Yahudi’nin kendine karşı duyduğu nefretle de özdeşleştirilebilirdi.
Siyonist ütopya ile de taçlandırılabilirdi bu arayış; yeni bir insanlığın, toplumculuğun laboratuvarı olabilirdi yeni topraklardaki Yahudilik.
Soracağı daha çok şey vardı ama albatros bir an evvel sükûnetine, filozofunun yanına dönmek istiyordu. Çağırdı onu, zarfı gagasına bıraktı. Masasına döndü. Aşağıdan gelen sesler ürkütücü idi.
Sürgünsüz yaşamak
Sonum başlangıcımın ta içindedir
T. S. Eliot
Minik çatı arasında sonsuzluğun filozofu, insan-Yahudi’ye yazacaktı sanki; “Bireyin kurtuluşu toplumunkinden soyutlanamaz, birlikte kanatlanabilirler ancak özgürlüğün sonsuzluğuna.” Albatrosuna baktı. Onaylıyordu onu tabiatın bilgesi. Devam edebilirdi insanlığın bilgesi, “Yahudi, kurtuluşunu salt kendinde ve kutsalında bulacağını düşündüğü için düş kırıklıklarından ibaret oldu tarihi. Yahudi’nin kurtuluşu insanlığın kurtuluşundan soyutlanamaz.”
Kara bürünecekti yine küçük bahçe. Ciğerlerindeki sızı, annesini ve yazgısını hatırlattı. O, ki sonsuzluğun aklıydı, hazır olmalıydı tabiatla bütünleşmeye. Yatağına uzandı.
Uzaklarda Etika’nın erdeminin büyüsündeki psikiyatrist, yaklaşan faşizmin sesleri ile sarsıldı. Haklıydı filozof; seçilmiş olmanın gururu Yahudi’yi, halkını yalnız bırakıyordu sanki.
Kimlik bunalımını aştı aniden; inançsızdı ve insandı, insandı ve Yahudi idi.