1951 yılının ilkbaharında, Arjantin’in Santa Maria şehrinde yaşayan iki sıkı dost - biri tıp öğrencisi Ernesto, diğeri biyokimya uzmanı Alberto - yaşadıkları yerden bir nebze uzaklaşmak adına kiraladıkları külüstür bir motosikletle kendilerini Güney Amerika’nın farklı yerleşim birimlerine götürecek bir maceraya atılırlar. Tatil ve kız arkadaşlıkları yapma odaklı motosiklet gezisi, iki dostun vardıkları köy ve kasabalarda gördükleri karşısında adeta bir bilinçlenme terapisine dönüşür.
Yoksulluk, açlık, hastalıklarla boğuşan Güney Amerikalıların yaşadıkları büyük zorluklar yetmezmiş gibi topraklarının devasa şirketler tarafından el konulduğuna da tanık olurlar.
Peru’da Amazon Nehri kıyısında bulunan San Pablo cüzzam kolonisinde gönüllü sağlıkçı olarak geçirdikleri zamanda cüzzamlıların nasıl da korkunç bir yalnızlık içinde ölüme karşı mücadele ettiklerini de büyük bir acıyla tecrübe ederler, tıp insanları olarak.
Ernesto, bu birkaç ay süren gerçekleri görme turundan sonra ‘kötülüğe’ karşı savaş açmaya karar verir. Tıp eğitimini bitirdikten sonra, Marksizm’in de etkisinde kalarak ezilen ve gittikçe yoksullaşan tüm Latin Amerikan halkını sınırları olmayan tek bir ülkede toplamaya çalışacağı bir ütopyanın içine girer.
‘Kötülükle’ ancak silahlı mücadele ile baş edileceğine inanır ve arkadaşı Alberto mesleğine devam edip zamanla Küba’da bir hastane kurarken kendisi Güney Amerika’nın devrimci militan gruplarına karışır. Kimi yerlerde liderliğiyle en ön plana çıkar. Küba Devrimi’nde acımasız bir ‘Commandante’ olarak Fidel Castro ile yan yana görev alır.
Devrim olur, ‘kötülüğü’ yendiğini düşünerek, iktidara gelen Castro’nun yönetimindeki Küba’da ilk önce sanayi bakanı sonra da para sistemine karşı çıkmasına rağmen merkez bankası başkanlığı görevini yürütür.
Ernesto Guevara, nam-ı diğer, Che Guevara dünyayı değiştirmek ve insanlığı kötülükten kurtarmak adına geliştirdiği teorisini 1965’te, El socialismo y el hombre en Cuba (Küba’da sosyalizm ve insan) adlı uzun makalesinde dile getirir. Sosyalist devletle birlikte “yeni bir insan” biçimlendirmenin gerekliliğini savunur.
Lakin insanın olduğu her yerde kötülüğün olduğunu anlamasına fırsat kalmadan pek fazla bilinmeyen nedenlerle gizemli bir şekilde Küba’yı terk eder ve kendisini zamanla Bolivya’daki direnişçilerin yanında bulur.
Dünyayı değiştirmek için çıktığı yol, 1967’nin ekim ayında ABD destekli Bolivya Ordusu tarafından yakalanıp, yargısızca infaz edilmesiyle sona erer.
Kötülüğü yenmek o kadar kolay değildi zira.
Arkadaşı Alberto gibi mesleğine devam edip belki de çok ünlü bir tıp doktoru olabilecekken, kötülüğü yenmek, dünyayı değiştirmek adına farklı bir yol izlemeyi tercih eden Che Guevara’nın bugün Batı dünyasında pop ikonu olması ise onun sosyalist ruhuna ve insanı yeniden biçimlendirme hayaline ne kadar uyar bilinmez ama onun devrimciliğinin romantize ve hatta estetize edilmesinin ardında yatanın da, Batı gençliğinin cesaret edemediği ‘kötülüğü yok ederek dünyayı değiştirmek’ eyleminin hayali midir acaba?
***
Kötülük kavramının irdelenmesi insanın tarihi kadar eski bir düşünsel eylem.
Tanrı kavramı ile birlikte incelenen kötülük problemi -teodise- hakkında birçok ünlü düşünür tarih boyunca kafa patlatacak ama hiçbir zaman kötülüğün varoluş nedenleri ile yok edilmesi konusunda bir sonuca varamayacaklardı.
17. yüzyıl düşünürü Leibniz’e göre insanlar eksiktirler, eksik olmayan tek şey Tanrı’dır. Eğer varlıklar eksiksiz olsalardı onlar da Tanrı olurdu. Bu nedenle eksiklerden kötülük doğması doğaldır. Bunun nedeni ise Tanrı değil, varlıkların eksiklikleri veya kusurlarıdır.
18. yüzyıl düşünürü Kant ise meseleye farklı bir boyuttan yaklaşır. Ona göre insan aklı bu denli aşkın bir sorunu çözecek kabiliyette değildir. İnsan, aşkın olan yüce varlığa teslim olmalı, aklının bu tür sınırlarını aşan meseleleri çözemeyeceğinin bilincinde olmalıdır.
Schopenhauer ise çok daha farklı bir pencereden bakar meseleye. Kötülük meselesinin anlaşılmasına imkân olmadığını ve zaten ortadan kaldırılamayacağını ama ona tahammül edecek eylemler içine girmenin insan için en faydalı yol olacağını söyler. Sanat ve aşkın, kötülüğe karşı en güçlü savunma kuvvetleri olduğunu savlar.
En nihayet, Nietzsche bütün bu yorumların ötesinde kötülüğün güçsüzlükten kaynaklandığını, güç iradesi ile ‘kendi omuzları üstüne çıkacak insanın’ güçlü olmasıyla bir anlamda kötülüğün de yok olabileceğini iddia eder.
***
Kötülük modern çağlarda da hızını alamadı. Bugün hem bireysel temelde hem toplumsal bağlamda farklı görüntüler içinde kendini göstermeye devam ediyor.
Gelişen teknolojinin ve insan aklının sınırlarını genişletmesinin, ilk çağlardan beri görülen kötülüklerin benzerlerinin bugün bile eyleme dökülmesini engelleyememesi büyük bir insani trajedi olsa gerek.
Hala soykırımlar, savaşlar, katliamlar, tecavüz, ırkçılık, yolsuzluk bitmek bilmez bir enerji ile devam ediyor. İnsanlık adeta delirmeye doğru gidiyor.
İnsana yapılan kötülük yetmezmiş gibi doğa da bu kötülükten nasibini alıyor. Kirlenmiş insan, iklimleri değiştirecek kadar doğanın adeta ırzına geçerken, bir avuç yeşil ve doğa dostu insan da bu kötülükle Don Kişot’ça mücadele etmeye çalışıyor.
Tuncel Kurtiz ne güzel demişti. “Dünyayı değiştirmek için yola çıktık ama değiştiremedik. Değiştiremedik ama dünya da bizi değiştiremedi.”
Acı olan da bu olmalı. Her şeyin farkında olup da, bir şey değiştirememek ve farkında olmaya devam etmek. Tam bir trajedi, hassas ve özgür ruhlar için…
James Joyce, Ulysses'de “Madem dünyayı değiştiremiyoruz, konuyu değiştirelim” demişti.
Evet, evet, mümkünse değiştirelim.
Sadece sevgi, aşk, müzik ve sanatla, hatta dansla değiştirelim…