Hemingway'e göre Atatürk ve Afganistan

Bahar FEYZAN Köşe Yazısı
1 Eylül 2021 Çarşamba

Tarih 24 Ekim 1922, Nobel ve Pulitzer Ödüllü gazeteci ve yazar Ernest Hemingway İstanbul’da.

O sıralar ‘The Toronto Daily Star’ için gazetecilik yapıyor ve İstanbul’dan bildiriyor. 

Aynı tarihte Türkiye’de durumlar epey karışık. Meclis açılmış, Büyük Taarruz’un olduğu yıl. Yunan ordularının işgaline karşı Başkomutanlık Meydan Savaşı kazanılmış. 30 Ağustos günü Zafer Bayramı olarak ilan edilmiş. İzmir işgalden kurtulmuş. Fakat Kurtuluş Savaşı devam ediyor. Halk perişan. Vahdettin hala ülkede henüz son selamlık törenine bile çıkmamış. Daha Edirne’yi işgalden kurtaramamışız. Böyle bir dönem. Cumhuriyet’in ilanına daha bir sene var ve hanedan ülkede hakim güç olmasa da bir taraf olarak yer alıyor. Kafalar karışık. Halimiz ne olacak tartışmalarının ötesinde açlık, sefalet her yönüyle bir varoluş savaşı var. 

İşte o dönemi komuta eden Mustafa Kemal’i şu sözlerle anlatıyor Hemingway: “Daha birkaç ay öncesine kadar İslam dünyasında Mustafa Kemal’e yeni bir Selahattin Eyyübi gözüyle bakılıyordu. İslamiyeti, Hristiyanlığa karşı savaşa yöneltecek, bütün Doğu ülkelerinde bir kutsal savaşın öncülüğünü yapacaktı. Ama şimdi Doğu dünyası, ona karşı güvenini gitgide yitirmeye başladı. Konuştuğum Müslümanlar bana; ‘Mustafa Kemal bize ihanet etti’ dediler. Artık kimsenin kutsal savaştan söz ettiği yok…” 

Tarih Ağustos 2021, Afganistan’ın kontrolü Taliban’ın ellerine nerdeyse teslim edildi. ‘Kutsal savaştan’ söz edersek Taliban’ın kendi doğrusu en kutsalı karşısında duranın yaşama şansı bile yok. Ortadoğu’da onların algıladığı şekliyle din bölgede savaş ağları yaratmaktan başka bir işe yaramıyor. Birilerinin kendine tezgah açtığı, geçim kaynağı yarattığı dükalıklara dönüşüyor ülkeler.

Tarih 31 Ekim 1922, Hemingway bu kez Afganistan hakkında yazıyor gazeteye. 

Bir yıldan fazla bir zamandır Mustafa Kemalci subayların, Afgan ordusunu hazırladığından bahsediyor. Olası Irak çatışması ve Ortadoğu’da oluşacak riskler için Afganistan’ı yanımızda tutulduğundan bahsediyor Hemingway. 

Hatırlarsanız İçişleri Bakanı Süleyman Soylu tarihi bağlarımızdan bahsedip gerisini tam getirememişti söylemin. Haklıydı aslında ama dini bir bağ değildi kurulan daha aklı selim, bölgesel ve çağdaş Afganistan’dı istenen o dönem.

Malum Amerika henüz o yıllarda savaş sahnelerinde çok aktif değil. Kendi iç derdiyle meşguldü. Fakat İngiltere’yi aynı bugünün Amerika’sı gibi düşünün. Yani senaryo nerdeyse tamamen aynı aktörler biraz farklı…

Hemingway bizzat şöyle yazmış: “Afganistan, Mustafa Kemal ve doğu taraftarı dostları tarafından İngiliz imparatorluğuna karşı tezgahlanan bir silahtır.” Aslında bir anlamda stratejik bir konuma getirmeye çalışıyor Atatürk Afganistan’ı. Bunun için de uğraşıyor.

Sonra bir vesile dönemin Savunma Bakanı Muhammed Han ile konuşuyor Hemingway. O da anlatıyor. Afganistan’ın eski emiri Abdürrahman Han’ın bütün hayatı boyunca Afganistan’ı Hindistan ile Rusya arasında tampon bir devlet olarak kullanan İngiltere’ye olan nefretinden bahsediyor Savunma Bakanı. Afganların o dönem İngiltere’den başka ülkelerle diplomatik ilişki kurmasına dahi izin verilmiyor. Derken o emir gidiyor, bu emir geliyor fakat dert hep aynı, bu İngilizlerden nasıl kurtulacağız! Emanullah geliyor iktidara. Atatürk’le iyi ilişkileri var. İngilizlerle savaşıyorlar fakat İngilizler kazanıyor. Fakat ne hikmetse barış antlaşmasında, uğrunda savaştıkları haklar tanınıyor bu kez Afganistan’a. Artık başka ülkeler de Afganistan’da sefir konsolos vs bulundurabiliyor. Afganlar, Hindistan üzerinden diledikleri kadar silah ithal edebiliyor gibi şartlar. İngiliz nefreti memnuniyete dönüşüyor bu kez Afganistan’da. 

Hemingway ise bu duruma şöyle bir yorum getiriyor. “Savaşı İngilizler kazanmıştı ama barış su götürmez bir şekilde Afganistan’ın zaferi oldu. Bunun sonucunda ise şimdi bütün Afgan şehirlerinde Sovyet Rusya’nın temsilcileri var; Afgan ordusu modern silahlarla donatılmış durumda ve askerlerini de Mustafa Kemalci subaylar yetiştiriyor… Emanullah Han, İngilizlerle savaşacağına dair verdiği söze ihanet etmemiş ve kendisini Hindistan’ın çekiciliğine kaptırmamıştır. Mustafa Kemal, Irak’a saldıracağı zaman, Afgan ordusu, Hayber geçidinde boy gösterecektir ve bu ordu 1919’da yenilgiye uğratılan dağlılara benzemeyecektir…” 

Aslında Atatürk’ün başarılarından esinlenen Afganistan sürekli bir varlık savaşı içinde, varoluşları bile, Hindistan’daki İngiliz egemenliğine karşı sürekli bir mücadeleye bağlı. 

“Afganlılar savaşacaklar, meslekleri bu” diyen Hemingway için “Ruslar tarafından silahlandırılan Afganistan, çözümü hiç de kolay görünmeyen bir yeni Doğu sorunu olarak ortaya çıkmaktadır” diye yazarak meseleye asırlık bir yorum getiriyor. 

Derdim anakronizm falan yapmak değil. Fakat aktörlerin az biraz değiştiği, bölgeye bolca İslamcılık adı altında terörizmin katıldığı Afganistan’ın zor bir tarihi var. En önemlisi “Size ölmeyi emrediyorum” diyebilen bir emir komuta zincirinin hiç olamaması. Şeriatın her daim bir yönetim biçimi olarak ısıtılıp ısıtılıp getirilmesi. Bu kavganın hiç bitmemesi… Haliyle Rusya, Çin ve Amerika gibi ülkelerin de bu bölünmüşlükten faydalanması. Ya da bölebilmesi.

Avrupa, dinlerin iktidarını Ortaçağ gibi karanlık bir dönem yazarak yaşadı. İngiltere bu yüzden Protestanlığa geçti. Avrupa’nın her yerinde kanlı savaşlar ardı ardına geldi.

O yüzden kimse bana din üzerinden yönetim, şeriat vs anlatmasın. Aramızda dini açıdan bir fark falan yok gibi laflarla diplomasi sadece standardı düşürmektir. Bölgeyi elde tutmak için ortaya bir vizyon koyabilmek yerine biz diplomasi adı altında o seviyeye inemeyiz. Biz diplomasiyi yukarı çekeceğimiz başka adımlar atabiliyor musunuz? Vizyonumuz oyunu değiştirmeye yetiyor mu? Bunu konuşalım. Örneğin Kabil havaalanını aldık, orayı özerk bölge olarak yönetebiliyor muyuz, kadınların hayata katılımı olduğu bir Afganistan’a doğru götürebiliyor muyuz? Arkaik ölümleri, Taliban eliyle işlenen vahşi cinayetleri durdurabiliyor muyuz?

Tam olarak neye ortak olmak istiyoruz? Afganistan, Taliban’ın elinde o düzene devam etsin bizim de işimiz yürüsün diyorsak böyle bir şeyi hangi vicdanlara koyarız. Tarih sayfalarından atar bizi. Madem bir geçmişimiz var. O halde yerimiz de belli.

Seküler Türkiye

Geçen hafta zoom üzerinden yapılan kendi ülkesi dışında halen ve bir dönem gazetecilik yapanların davet edildiği bir online konferansa katıldım. NTV Amerika temsilcisi olduğum dönemde tanıdığım gazetecilerin kendi yaptığı bağımsız bir konferanstı. Afganistan ve Amerika meselesinin konuşulduğu sırada birkaç gazetecinin sözleri kulağıma çarptı. Ortadoğu üzerinden yapılan bazı analizlerde “Türkiye gibi Müslüman ülkeler” ifadesiydi kullanılan, ben nazik bir şekilde araya girerek, Türkiye’nin seküler bir ülke olduğunun altını çizmek istedim. 

Yüzdelik olarak çoğunluğun Müslüman olması bunu değiştirmez derken kendi içimdeki aykırı sesleri de duydum ayrı! “Hadi ya acayip hatta süper “azınlıklar” tarihimiz var, sığınmacıların başımızın üzerinde yeri var, Atatürk’e hakaret etmeyi marifet sayan yetkililer var ve buna zemin bulduranlar çok, laiklik üzerinden ortaya atılan ürkütücü açıklamalar derken liste uzayıp gidiyor…” hepsi aklımdan geçti… Sonra düşündüm. Hani Afganistan’da olanlardan sonra birçok kişi Atatürk’ün dehasının minnetle altını çiziyor ya!

Atatürk sadece dahi bir lider değil bizim için, aynı zamanda başlangıç, bağımsızlık ve bizim bugün özgürce yaşayabildiğimiz en büyük teminatımız, baz oluşturan hamurumuz, değerlerimiz, savrulmamamız, Ortadoğu kuyusuna çekilmememiz, referansımız, kafamız karışıp yolumuzu kaybettiğimizde evimiz. 

O vesile Türkiye, hangi rüzgara maruz kalırsa kalsın sadece seküler kesimlerin olduğu bil ülke değil, Türkiye seküler bir ülke. 

Hatta ona düşman olduğunu ilan edenlerin de bu sayede “özgürce” lanetlediği yeri bu değerlere borçlu. Dalga geçercesine astıkları ters pankartlar, birilerinin onlara altın tepside sundukları görevlerde hemen kurucuya saldırmak bile onun sayesinde. Ne büyük dilemma değil mi? 

Düzenlisi olsa ne olurdu ki?

Düzensiz göç meselesinde ülkemizin sınıfta kaldığı kesin. “Sınırlarımız elek gibi oldu giren çıkan belli değil” diyenlerin yanında, gelenleri olduğu gibi kolundan tutup geri yollayan sınır görevlileri de var. Aradan kaçıp gelenler de. Zaten bir yolunu bulup çoktan girmiş olanlar da burada. 

Sokaklarda sığınmacı görmeye tahammülü olmayanlar da var. İtirazı olanların yanı sıra işi göçmen düşmanlığına çevirenler de aramızda.

Biz göçmen meselesini niye beceremiyoruz? 

Çünkü bu konuda en ufak bir politikamız, fikrimiz yok, göç bakanlığımız falan yok diyenlere ben katılmıyorum. Olsa ne olacak? Ekstra maaş, bürokrasi ve kağıt külfetinden başka bir işe yaramaz eminim.

Bizim ihtiyacımız olan bunlar değil çünkü. Onlar da önemli yok saymıyorum fakat öncelikli olan değerleri olan demokratik ve hukukun üstünlüğüne esas alan bir Türkiye olduğunda kim gelirse gelsin uymaya çalışır, uyamazsa da gider. Kimse de oturup demografimizi bozacaklar laiklik elden gidecek diye korku duymaz. Ama 20 yıldır bu korkuyu gideremeyen iktidarın bu anlamda düşünmesi gereken çok fazla başlık olduğu kesin.

Amerika’da göç nasıl oluyor?

 Dünya günlerdir Afganistan’da olanları izliyor. Amerika’nın aniden sıvışırcasına bölgeden ayrılması, NATO’nun toplanması derken korkunç bir manzara var. Amerika tarafından adeta Taliban’a hediye edilen silahlar, mühimmat ve askeri helikopterlerden tutun da paralara kadar her şey nerdeyse önlerine serildi. 

Anladık bir çukura battınız ve paçanızı bırakarak çıkmak istiyorsunuz, yeter ki çıkalım motivasyonuyla gidiyordunuz da! Fakat gerçekten yapılabilecek en iyisi bu muydu? Bunu sadece ben sormuyorum. Neredeyse tüm Amerikan halkı sosyal medyada soruyor, sokakta, televizyonlarda, haber kanallarında bas bas bağırarak soruyor. Ve inanın bazıları da gelmek isteyen Afganların evi artık Amerika’dır diyor. Sorumluluk hissedenler var. Fakat 20 yıl bir yerde kalınca orada artık yaşıyorsun, bütünleşmiş oluyorsun bir anlamda. Yani Afganistan’dan binlerce askeri, görevliyi çıkarıyorsun ama onların içinden Afganistan’ı artık çıkarabilir misin? Belli değil. 

Mahsur kalan Amerikalılar mı dersiniz, almaya çalıştıkları Afganlar mı, Katar’da bekleyenler mi! 

Amerika için bu sorun değil. Orası her zaman göçle büyüyen, tazelenen ve yenilenen bir ülke oldu. Çünkü Amerika birliği altında ve hukuku altında kim gelirse gelsin, nerden gelirse gelsin değişen bir şey yok. Aynı hukuk düzleminde yaşamaya devam ediyorlar. Bir gün biri gelip İslam’la yöneteceğim deyip öteki gün diğeri ülke kurucularına kiliseden saydırmıyor. Yani bunu bireysel olarak yapan deliler var, saçmalayanlar çok ama daha önemlisi politik zemin bulmuyor. Sadece saçmalık olarak kalıyor. Amerika’da zemin bulan siyahi tartışmaları var bu gerçek fakat “black lives matter” kampanyaları sonrası kimse kimsenin üstüne de gidemiyor. 

Hatta şöyle söyleyeyim; pandemide kendilerini uyduruk işlerde çalışıyor gösterip hükümetten para yardımı alan çok siyahi var.

Yani sözün özü; din ve yönetim aynı yerde durmuyor. Israrla durdurmaya çalışanlar savaş ağası, halk ise filler ve çimenler hikayesini yaşıyor. 

Siz de yorumunuzu yapın

Tüm Yorumları Görün