“Senin özgürlüğün, başkasının özgürlüğünün başladığı yere kadardır” sözünü sevmeyen pek yoktur aslında.
Ancak liberal hayat anlayışını yanlış algılayanlarla, liberteryen diye anılan ve bireysel özgürlüğü açık ara her olgunun önünde tutan anlayışa inananların pek sevmediği bir özgürlük tanımlamasıdır belki de.
Birey ve insan olgusunun farklılığını anlamak istemeyenler toplum içinde bireyin kısıtlamalara maruz kalmasını da neredeyse faşizm ile eşdeğer görürler.
Birey, Sartre’ın varoluş dediği ontolojik hakikatin öznesi olarak, aklıyla ve özgürce yaptığı seçimlerle varoluşunu anlamlandırmaya ve onu gerçeği arama yolunda yönlendirmeye çalışan öznel bir kimliktir.
Oysaki, insan, bireyin toplumsal alandaki karşılığıdır. Diğer bir deyişle, toplum içindeki diğer insanlarla ilişkiye ve etkileşime giren, yaptığı kimi seçimlerle diğer insanların seçimlerini de etkileyebilecek güce sahip bir varlıktır. Bu bağlamda insanın toplum içindeki özgürlük alanı diğer insanların özgürlük alanlarıyla kesişir.
Toplum içinde her bir insanın kendine özel sonsuz bir özgürlük alanına sahip olması, insanın sosyal bir birey olması hasebiyle pratikte pek mümkün değil. Zira birinin aldığı bir karar, bulunduğu bir tasarruf ve seçtiği bir yol, aynı toplum içinde yaşayan ötekinin aleyhine sonuçlar doğurabiliyor, farklı bireylerden oluşan toplumsal ortak yaşamın doğası gereği.
Aşı karşıtlarının dayandığı liberal veya liberteryen düşünce yapısı işte bu noktada kafası karışık, doğru, yanlış bilgi ve haber bombardımanına maruz kalmış, tereddüt içindeki insanları yanlış yönlendiriyor. “Benim vücudum, benim kararım” gibi, sanki toplum içinde yaşamayan bir bireyin bakış açısından, toplumsal varlık olan insanın aleyhine işleyebilecek süreçleri içeren yanlış bir ön kabulden hareket ediyorlar.
İnsanın aldığı bir karar, yaptığı bir seçim ötekinin aleyhine olumsuzluklar geliştirdiği noktada ‘benim kararım’, yaklaşımı gri bir alanda dolaşmaya başlıyor.
Kimimizin altında saatte 300 kilometre hız yapabilecek araçlar mevcutken, “Benim kararım, benim özgürlüğüm” diyerek istediğimiz hızı yapmaktan alıkoyan kurallar sadece, yaptığınız bu seçimin başkalarına zarar vermesini engellemek için caydırıcı oluyor. Aynı şekilde, insana ölümcül nitelikte zararlı olduğu saptanan sigaranın diğer insanları mağdur etmemesi adına kapalı alanlarda içilmesi yasaklanabiliyor. Bu noktada, ‘benim vücudum, benim kararım’ deme özgürlüğünüz yok.
Aşı konusunda da ‘benim vücudum, benim kararım’ diyen sözde özgürlükçülerin çarpıtmalarına maruz kalıyor Türkiye dahil tüm dünya.
Virüsün aşı olunmayan vücutta kolaylıkla yer bulması ve de aşıya karşı hayatta kalmak için kendini yenilemesi herkesin hayatını tehlikeye atarken, toplumun normalleşmeye geçmesini de engelleniyor.
Aşı karşıtları monolitik bir kitleye sahip değiller. Özgürlük kavramını sosyal hayat bağlamında revize etmekten kendini alıkoyanlardan tutun da, aşı konusunda çarpıtmalar yüzünden tereddüt geçirenlere, hayatın kodlarını sadece komplo teorileri üzerinden algılayanlardan, big pharma olarak kimlikleştirilen devasa ilaç firmalarının tekeline karşı çıkanlara veya maalesef yanlış ve çarpıtılmış bilgi furyasında bilimin karmaşık yapısını incelemekten kaçıp, gerçeklerin bükülerek basitleştirilmiş hale getirilmiş yalın metinleri içselleştirenlere ve de romantik bir yaklaşımla dünya düzenine toptan karşı çıkan, bir anlamda nihilist bir azınlığa kadar geniş bir yelpaze söz konusu.
Bütün bu kesimlerin görünürdeki ortak gerekçeleri ise özgürlüklerinin ellerinden alınması.
Oysaki, sosyal varlıklar birbirlerine karşı sorumluluk duygusuyla davranmadıkları müddetçe özgürlük gelmeyecek. Diğer bir deyişle, hayatta kalmak için elinden geleni ardına koymayan virüsle mücadele akamete uğrayacak ve özgürlüğün kendini gösterdiği asıl alan olan sosyal hayattaki normalleşme bir türlü gelemeyecek hayatlarımıza.
Aşı olup olmamayı bireysel özgürlük alanına indiren aşı karşıtları, bu virüse karşı mücadelenin toplumsal bir mücadele olduğunu anlamadıkları müddetçe kimse özgür olamayacak.
***
Bireyin özgürlükleri konusunda karneleri pek zayıf olan muhafazakar kesimlerin özellikle ABD’de ‘özgürlüklerin korunması’ adına aşı karşıtlığında en önde yürümeleri büyük bir ironi olsa gerek. Daha çok dinsel gerekçelerle açıklamaya çalıştıkları bu özgürlük mücadelesinin toplumun geneline zararlı hatta ölümcül sonuçlar verebileceğini ne kabul ediyorlar ne de bu konuda bir kelam açıklama dahi dinlemek istiyorlar.
Bu bencil olarak nitelendirilebilecek davranışın Amerikalı sağcı politikacılar tarafından büyük destek görmesi ve bunların kimi eyaletlerde de karşıtlıkta topluma önderlik etmeleri toplumsal sağlık bağlamında son derece düşündürücü ve hüzün verici olsa gerek. ABD’nin iki doz aşılanma oranlarında Batı dünyasının gerisinde kalması ve aşılanmayanların yüksek oranda virüse yakalanmaları sonucu, Biden hükümetinin zorunlu aşı kararı alması ülkede ‘özgürlük’ tartışmasını gündemin en ön sırasına koymuş durumda.
Türkiye’de ise dindarından milliyetçisine, sağcısından solcusuna kadar aşı karşıtlığının arz-ı endam etmesi pek şaşırılacak bir gelişme değil. Zira komplo teorilerinin en marjinallerinin bile taraftar bulduğu bir sosyolojik iklimde aşı karşıtlığı da elbette prim yapacaktı. Asıl düşünülmesi gereken ise bu karşıtlığa karşı Sağlık Bakanı’nın ve bakanlığının neredeyse tek başına mücadele ediyor olması.
Basın ve sosyal medyadaki bazı bilimsel verilerle aşı karşıtlığına karşı çıkanların ise sesi çok fazla çıkmıyor.
Buna ek olarak aşılanma oranlarının ABD’nin bile gerisinde olduğunu belirtmekte fayda var…
Aşı karşıtlığının, bebeklere doğumdan sonra uygulanan ve kanunen olmasa da zorunlu aşılarda da olması, üzerinde ciddi bir şekilde düşünülmesi gereken başka bir toplumsal sağlık meselesi.
2014’te, 1370 aile yeni doğan bebeklerine aşılama yapmama kararı alırken bu rakam 2017’de 23 bine çıkmış. Ebeveynlerinin bu kararı, yüzlerce, binlerce çocuğun aşıyla önlenebilecek hastalık sonucu sakat kalmasına ve hatta ölümüne neden olabilecek. Eğer bu trend devam ederse önümüzdeki yıllarda salgın hastalıkların nüksetmesi büyük bir olasılık içinde olacak.
***
Bulaşıcı hastalıkların tehlikesiz olduğu yanılgısı bizi yanıltan zayıf hafızamızın bir ürünü. Oysaki tarihe baktığımızda, bugün bu hastalıklardan dolayı ciddi ve ölümcül sonuçların yaşanılmamasını başarılı aşı kampanyalarına borçlu olunduğunu görmek pek mümkün.
Aşılama bireysel özgürlük meselesi değil, bireysel sorumluluk alınacak bir toplumsal sağlık mücadelesi konusudur.
Bertrand Russell’ın dediği gibi, “Davranışımız; ahlakımız ne olursa olsun, yalnızca kişisel çıkar ve toplumun çıkarları uyum içinde olduğu sürece toplumsal amaçlara hizmet edecektir.”
Toplumsal amaç toplumun sağlıdır.
Her birimiz bundan eşit derecede sorumluyuz.
Sorumluluk ise özgürlük yolumuzun el feneridir.