Nasıl bir İstanbul'da yaşar olduk!

Mois GABAY Köşe Yazısı 1 yorum
6 Ekim 2021 Çarşamba

Sen kimin ülkesinde kime hareket yapıyorsun? Gelip bizi mi keseceksiniz ulan! Öldürürüz sizi!”

Mesleğim icabı hayatın ciddi bir kısmını sokaklarda, kahvelerde, bol muhabbetle geçiren bir İstanbullu olarak size samimi bir itirafta bulunmak isterim. Son zamanlarda şehirde toplu alanlarda bulunmaktan, birini gördüğümde selam vermekten korkar hale geldim! Mesele salgın değil, maalesef gittikçe salgınlaşan şiddete yönelim ve nefret söylemleri! Belki bulunduğunuz mahallelerde benzer durumları çok sık yaşamıyorsunuzdur ama son günlerde başıma gelen iki farklı olay sizlere duygularımı anlatabilir…

Geçtiğimiz haftalarda Yeniköy’de gerçekleşecek bir etkinliğe katılmak üzere Beşiktaş yönünden Boğaz hattına giden belediye otobüslerinden birine binmiştim. Otobüsün orta kısımlarında ayakta boğazı izlerken bir anda arka taraflardan gelen bir gürültü ile irkildim. Herhangi bir Ortadoğu ülkesinden tatil amaçlı buraya geldiğini tahmin ettiğim bir çift ile ayakta duran bir adam arasında nedenini anlayamadığım bir şekilde çıkan sözlü tartışma aradan birkaç saniye geçmeden bir arbedeye dönüştü. Bağrışmalar tam sakinleşmişti ki, yakınlarımda duran bir adamın dehşet dolu sözleriyle ortam tekrardan gerildi. “Sen kimin ülkesinde kime hareket yapıyorsun? Öldürürüm ulan seni! Çıkarttırma bıçağımı!” Adamın sözlerini turist çift ne kadar anladı bilinmez ama etrafımdaki birçok İstanbullu ile birlikte o anları dehşetle izledik. Aradan geçen sürede önce turist ardından da hiçbir şey olmamış gibi diğer şiddete meyilli adam otobüsten indi. İçimden ‘Kim bilir, gerçekte bıçağı varsa kimin başına bela olacak?’ diye düşünmeden edemedim.

Toplum genelindeki klişeleştirme, “Zaten her taraf Arap doldu, yeter bu Suriyelilerden, bir de Afganlar geldi, biz açız onlar bizden iyi kazanıyor” gibi genellemeler, halihazırda ne maddi ne ruhi durumu çok sağlıklı olamayan kitleleri en ufak bir parlamada şiddete başvurmaya hazır hale getirdi. Peki bizler böyle bir İstanbul’da yaşamayı mı hak ediyoruz? Neden ve ne zaman etrafımız bu kadar şiddete eğilimli hale geldi? Cezasızlık bu tip insanların önünü mü açıyor? Soruları çoğaltabilmek mümkün…

Yaşadığım bu şokun üzerinden çok zaman da geçmemişten bu kez geçtiğimiz hafta Habitat Tv Çekim Ekibi ile ‘Konuşan Tarih’ programı vesilesi ile Karaköy-Galata bölgesinde gerçekleştirdiğimiz çekimler esnasında benzer bir durum yaşadık. Değerli hocam, Sanat Tarihçisi Feride Bozcu, Müge Aral ve kameraman arkadaşlarla Karaköy sokaklarının keşmekeşinde sakin bir köşede çekimleri tamamlamaya çalışırken, ekipten bir arkadaşımızın birkaç dakikalığına sokaktan geçen bir adamdan ricası neredeyse saldırıya uğramamıza neden olacaktı. “Sen nasıl sokağımı kapatırsın ulan! Sen kimsin?” diye başlayan bağırmalar ve kadına yönelik ötekileştirici söylemler kısa bir süre sonra o zat tarafından küfürlere dönüştü. Çekimler devam ederken, ne olduğunu anlamaya fırsat kalmadan elinde levye ile kameramanımıza saldırmaya yeltenen bir cani ile karşılaştık. Etraftan olayı izleyip müdahale etmekten imtina eden kimi esnaf, saldırganın rahatlığı, bana ‘linç kültürünün’ maalesef her geçen gün daha da arttığını gösterdi. Günün sonunda burnumuz kanamadan çekimleri tamamladık ama yaşadığımız deneyim hepimize Biz nasıl bir İstanbul’da yaşar olduk?” sorusunu hatırlattı.

Kuralsızlığın kural haline gelmesi maalesef toplumun her katmanında kendisini göstermekte ve ‘normal’ bir yaşamı arzu edenler kalabalıklardan uzaklaşıp şehirden uzak sakin bir yer aramaya devam etmekteler…

***

Sizin Yahudilik masanız kaç ayaktan oluşuyor?

2008 yılında Limmud vesilesi ile Türkiye’ye de gelen ve değerli bir konuşma gerçekleştiren Avraam Infeld kuvvetli bir Yahudi kimliğini beş ayaklı bir masaya benzetir. Infeld’e göre bu beş ayaktan en az üç ayak sağlam olursa kişi hem Yahudi yaşamına bağlı kalabilir hem de dünyaya değer katabilir.

Avraam Infeld, masanın ayakları metaforunda özetle, kişinin geçmişini içselleştirip kendi toplumunun hatıraları olarak kanıksayabildiğinde, kendini büyük bir ailenin parçası olarak görebildiğinde, Atalarının hikayesinin yazıldığı kutsal topraklarla gönül bağlarını koparmadıkça, Sina Dağında yapılan anlaşmayı unutmayıp ona uygun davranmayı ilke edindiğinde ve kültürün gelecek kuşaklara taşınabilmesindeki en önemle etken olan ‘dili’ öğrenebildiğinde işte tam o beş ayaklı masa gibi kuvvetli olabildiği tezini savunur.

Peki ya bizler? Sizce Türk Yahudileri olarak mevcut şartlarda masamız ne kadar kuvvetli? Geleceğe güven dolu bir toplum bırakabilmek için neler yapıyoruz? Tora’da bizlere görev verildiği gibi toplumlara ışık olabilmeyi başarabildik mi?

Hiçbir şey için geç değil, yeter ki her şeyden önce kendimizi bu ailenin bir parçası olduğumuza ikna edelim…

Siz de yorumunuzu yapın

Tüm Yorumları Görün