Her yer kummuş. San Francisco bugünün modern teknoloji hub’ı olmadan çok önce, hippi dünyasının cıvıl cıvıl merkezi olmadan, yol boyunca inip tırmandığınız tepelerinden muhteşem manzaralarını seyretmek için durakaldığınız, yokuşları ve merdivenleri ile ünlü, parkları, ormanlarıyla doğa ile iç içe bir şehir olmadan önce buraları hep kummuş.
‘Karl the fog /Sis Kar’ olarak isimlendirilecek kadar şehirle bütünleşen yoğun sisin izin verdiği ölçüde her gün, günün her saati farklı görünümü ile manzaraya renk katan, Golden Gate Köprüsünün hemen güneyinde, denizden karaya doğru piknik alanları, müzeleri, müzikholü, botanik parkları, bahçeleri, çeşit çeşit bitkisi ile şehrin ortasında yemyeşil bir cennet olarak görülen, yürüyüş parkurları, oyun alanları ile 1000 dönümlük araziye yayılan şehrin en büyük parkı Golden Gate inşa edilmeden evvel her yer kumlukmuş. Öyle böyle değil. Batı yarımkürenin en büyük kum tepeleri ekosistemi imiş burası. Kum tepeleri bugün San Francisco olarak tanımladığımız şehrin neredeyse tamamını kaplıyormuş.
“Hayal etmesi bile imkansız bugün. Ancak buraları neredeyse hiçbir bitkinin yetişmediği bir kum çölü idi” diye anlatıyor rehberimiz Greg köprünün manzarasını seyrettiğimiz tepeden olduğumuz yüksekliği de kastederek. Ve ekliyor, “Öyle bir çöldü ki, 1850’lerde Dış Topraklar olarak anılan bu araziye Golden Gate Parkı kurulması planlandığında, planlayana deli gözüyle bakılmıştı.”
Deli miydi bilemiyorum ama parkın yaratıcısı, öncü William Hammond Hall kesinlikle çok zeki bir tipti. Kum çölünü bir vahaya çevirmişti. Sesini, aracını, yolunu bulmuştu. Şehir meclisinin de onayıyla -sonradan adı unutulmuş olsa da- şehre bu büyük hizmeti sunmuştu.
“Frederico Garcia Lorca’ya olan derin bağımı ve kardeşlik hislerimi biliyorsunuz. Ergenlik çağımda bir sesin açlığında olduğumu söyleyebilirim. İngiliz şairleri çalışmıştım. Tarzlarını kopyalıyordum. Ama ‘sesi’ bulamıyordum. Ta ki -tercüme bile olsa- Lorca’nın eserini okuduğum zamana kadar. Lorca’yı okuduğumda anladım, bir ‘ses’ vardı. Onun sesini kopyalamadım. Buna cüret edemezdim. Ama Lorca sesi bulmama, sesi keşfetmeme, kendi özümü keşfetmeme izin verdi. Sabit olmayan, kendi varlığı için mücadele eden o özü keşfetmeme. Yaşım ilerledikçe anladım ki sesle birlikte talimatlar da geliyordu. Neydi bu talimatlar? Asla rasgele matem tutma ve eğer hepimizi bekleyen büyük engellenemez bozgunu ifade edeceksen de bunu, onurlu ve güzel bir şekilde yap. Nihayet bir sesim olmuştu.”
Böyle diyordu çağımızın dev ozanı Leonard Cohen 2011 yılında kendisini ödülle onurlandıran Avusturya Prensinin huzurundaki konuşmasında.
Daha bir gün önce, uzun yıllardır bu şehirde yaşayan bir dostum keyifli akşam sohbetimize “İnsanlar New York’a bir birey olmak için göç ediyorlar. Los Angeles’e başka bir birey olmak için yerleşiyorlar. Ama San Francisco’ya kendilerini bulmak için geliyorlar” yorumunu katmıştı.
Ve o sabah, Contemporary Jewish Müzesinde yeni açılan “Leonard Cohen’i deneyimlemek” sergisine giderken bir duvar resmi göz kırpıyordu bana: “Şimdi ki gerçekten olduğum kişi oldum, hayat çok daha güzel.”
Bu şehir insanlara kendi özlerini bulma iznini veriyordu. Özlerini bulma ve buldukları özle topluma katkıda bulunma iznini. Şehrin her bir köşesinde bu katkıların örnekleri dikkatli gezginin gözünden kaçmıyordu. Mahalleli kimi zaman bireysel, kimi zaman dayanışma halinde -tabi ki belediyelerin, şehir merkezlerinin onayıyla- merdivenleri boyayabiliyor, boş arazilere bitkiler ekerek bahçe düzenlemeleri yapabiliyor, yangınlarda yok olan ağaçları ya da yıllardır içinde bulundukları kuraklık nedeniyle yok olmakta olan ağaçları, bitki örtüsünü yeniden canlandırmak için dikimler yapıyor; bir otobanı evlat edinebiliyor; parklarda sevdikleri köşelere banklar, su sebilleri (köpekler için de su sebilleri) yerleştirebiliyor, bu sayede kimi zaman kaybettiklerini anabiliyor, ama her şekilde yaşam alanlarını güzelleştirebiliyorlar. Şehir güzelleştikçe de insanlar arası uyum artıyor. Ciddi evsiz sorununa rağmen kendi özünü bulmuş, kavga etmek yerine çözüm üretmeyi tercih eden, Latin Amerikalısı, Çinlisi, Japonu, Amerikalısı, yerlisi… Geçmişte yaşanmış acılara rağmen, günümüzde farklı gruplar genelde ayrı mahallelerde olsa da bir arada uyum içinde yaşıyorlar.
Ez cümle, sesini bulmak önemli. Kişiler kendi seslerini, özlerini buldukça, toplumlar da buluyor. Şehirler de buluyor. Yaratıcılık gelişiyor. Dayanışma yaşamın merkezine yerleşiyor. Ne diyelim, darısı başımıza.