Çevre sorunları dünyanın gündeminde. COVID bir yanardağ gibi patlayıp insanlığı lavları altında bırakması ve hepimizi bir buçuk yıl evlerimize hapsetmesi bu tartışmayı büsbütün alevlendirdi. COVID’in ortaya çıkışını küresel ısınmaya bağlayanlar var: Buzullar çözüldükçe içlerinde saklı kalan donmuş bakteriler, virüsler çevreye yayılıyor, hayatımıza karışıyor diyenlerin sayısı yabana atılır gibi değil. Üstelik bu görüşü öne sürenler bilim insanları.
Bazıları da çevre sorunu dediğimiz bu büyük problemi daha dar bir anlamda ele alıyor. Onlara göre çevre sorunu sadece doğayla ilgili bir realitedir. Biz dünyayı kötü kullanıyoruz, doğaya özen göstermiyoruz. Örneğin suları boşa akıtıyoruz, elektrik enerjisini boşa harcıyoruz, havaya karbon dioksit gazı salıyoruz. Bunlar atmosferin delinmesine yol açıyor. Sera etkisi baş gösteriyor. Öte yandan ağaçları kesiyor, ormanları yok ediyoruz. Daha dikkatli davranırsak bu sorunları kısa sürede çözeceğiz.
Bu yaklaşım içinde bulunanlara yerden göğe kadar haklı olduklarını söylemeliyiz. Gerçekten de o olumsuz çevrim aynen böyle işliyor. Belli bir kültür, bazı yasal önlemler geliştirirse insanın kötü gidişi bir nebze olsun durdurabileceği ortada. Nitekim Paris Şartı tam da bu anlamda bazı öneriler ve yaptırımlar getiriyor. Belki zamanla başka önlemler de devreye girecek. Geçenlerde New Republic dergisinde okuduğum bir yazıya göre ileride herkesin karbon ayak izini ölçmek ve şimdi aşı kartlarının istenmesi gibi herkesten bir kart sahibi olmasını beklemek mümkün. Karbon izi belli bir düzeyin üstünde olanlar için örneğin uçağa binmelerini engellemek gerekirmiş. Olağan sınıra inince ‘günahları’, o insanlar yeniden uçağa binebilirler.
Bir de bambaşka bir grup var. Onlara göre küresel ısınma, iklim değişikliği, ona bağlı diğer sorunlar yeni değil. İlk kez de yaşanmıyor. Dünyanın her döneminde iklim ve atmosfer koşulları başat rolleri oynamıştır. Örneğin büyük buzul çağları var. Bir milyon yıl önce başlayan bu buzul dönemi yakın zamana, 20 bin hatta 6 bin yıl öncesine kadar yaklaşıyor. Sonra da bugünkü koşullara geçiliyor. Bugünkü sorun da ona benzer bir durumdur. Yavaşça gerçekleşen bu değişim çağları etkileyecektir ama ne yapalım, her yaşama biçiminin de bir sonucu var.
Tabii ki doğru bir görüş bu. Ama geçmişte böyle oldu diye bugünkü değişimi kabul etmek zorunda mıyız? Hiç üstüne gitmemek ve her şeyi olduğu gibi kabul etmekle mi yükümlüyüz? Kuşkusuz değil. Kuşkusuz bilimsel olarak kanıtlanmış gerçeğe göre davranmak ‘seküler’ bir mantığın zorunlu sonucudur. Gelin görün ki, zamanında dünyanın döndüğüne inanılmıyordu, oysa tüm kanıtlar ortadaydı. Bugün de küresel iklim dönüşümüne inanılmıyor, oysa tüm kanıtlar ortada. İnanmamak başlı başına bir problemdir ve bambaşka bir şekilde ele almamız gerekir.
Onu bir yana bırakıp ilerlersek hemen bir saptamada bulunayım.
Kişisel olarak iklim sorunlarını yakından, aklımın ve gücümün elverdiğince izliyorum. Bilimsel çalışmaların gerçekliğine inanıyorum. Kuşkusuz bilimsel kuşkuculukla yaklaştığım bazı çıkarsamalar var. Ama onları da gene aynı bilimsel muhakeme içinde ele alıyorum, başka bir bilimsel yorumla karşılaştırıyorum. Fakat bu sorunun basite indirgenmesine karşıyım. Ne bileyim, çok önemli bulmakla ve çok saygı duymakla birlikte Bodrum kıyılarında plastikleri, çöpleri toplamak ancak karınca kaderince bir şey yapmakmış gibi geliyor bana. Herkesin evinin önünü süpürmesi mantığına hiçbir şey demem fakat sorunun çok daha katmanlı olduğu kanısındayım.
***
O katman dediğim yanı işin, bence, yeni bir ekonomi-politik oluşumu. O da şudur: İklim değişikliği cereyan ettikçe dünyada kitleleri zorlayan ve farklı iktidar modellerine mahkûm eden yeni bir zincir meydana geliyor. Örneğin tarım verimi düşüyor. Tarım işçileri veya tarımda kendi kendisine yeten insanlar topraklarını bırakıp büyük kente, yeni ve niteliksiz iş gücü olarak göçüyor. Burada ucuz emek sağlayıcısı olarak ve her türlü sosyal güvenlikten yoksun kalarak tahakküm altına giriyor. Sermayenin baskısı ve kontrolü ağırlaştıkça devletin de bu kesim üstündeki sevk ve idaresi yeni boyutlar kazanıyor. Kısacası yeni bir mağdur sınıf ve onu denetimi altında tutan yeni bir çevre oluşuyor. İklim değişikliğinin bir yanı şimdi prekarya denen çevreyi yaratıyor ve yeni yoksulluk modellerinin gelişmesine yol açıyor.
Kapitalizm yeryüzündeki varlığını her kalıba kendisini döküp uydurabilmesine borçludur. Her şart altında o kazanır. Bugünkü dönüşüm de son kertede onun işine geliyor. Ama kapitalizmin kazanımları büyük kitlelerin zararına oluyor, çoğu kez. Sistematik kapitalizmin başlangıcı olan sanayi devrimi büyük emekçi kesimin açıkça en gayrı insani koşullarda sömürülmesiydi. Bugün elbette dünya 19. yüzyılın ilk döneminde değil. Gene de küresel iklim değişikliğini bu yeni ekonomi politik açısından görmek gerekir.
Bir kere daha vurgularsam devlet de bu dönemde kendi somut iktidarı açısından önemli ‘kazanımlar’ sağlamıştır. Devlet erkini öncelikle toplumsal güvencesi olmayan kesimin üstünde icra eder. Devletin varlığını üstünde en çok hissedenler öncelikle yoksullardır. Yoksulluk, göçerlik çok ciddi sorunlardır. Yoksullar ve göçerler devletten hak elde etmenin en doğrudan yolu olan başkaldırıya en uzak kesimdir. Aynı şekilde örgütsüz bir topluluk olduğu için bu çevrenin savunucusu örgütler de son derecede zayıftır. Bu koşullarda kapitalizmle devlet arasında sıkışmış bir büyük insan topluluğu meydana geliyor. Dünyada bir doların altında yaşayan insan sayısını, her gün bir bardak temiz su içmekten mahrum insan sayısını, eğitime erişemeyen insan sayısını düşünürsek yoksulluk-devlet ilişkisini daha iyi kavrarız.
Devlet tanımı gereğince şiddet demektir. Yoksulluğun bizatihi kendisi şiddettir. Yoksulluğa göz yuman ve mevcudiyetini sağlayan her düzen, öznelerine şiddet uygulamaktadır. Öte yandan devlet şahsın bedenini kendisine ait sayar. Onu askere alır, okula gönderir, hastaneye yatırır, hapse atar. Devlet bu araçlarla şahsın bedeni üstünde söz ve erk sahibidir. Örgütsüz insan o erke alabildiğine açıktır.
Yoksulluğun en önemli özelliklerinden biri devletin bedenine dönük uygulamasına teslim olmaktır. Kaldı ki, en küçük şekilde de olsa sömürülen insan o şiddete doğrudan maruz kalmaktadır ve modern düzende bu durumun müsebbibi tartışmasız şekilde devlettir. Bir adım ileriye gideyim. Gelir dağılımındaki eşitliği kurmak devletin sorumluluğundadır. Ya yapar ya yapmaz. Dağılım adaletini gerçekleştiremeyen devlet sadece o yetersizliğiyle sınırlı olamaz. Belki biraz ağır ama söyleyeyim, gelir adaletsizliği içindeki devlet bizzat şiddet uygulamaktadır. Zaten modernleşme dönemindeki şiddetin en önemli özelliği gizli ve dolaylı olmasıdır.
Bugün insanlık sıfır açlıkla, sürdürülebilir ve temiz enerjiyle, tohum kökenlerinin ıslahıyla ve korunmasıyla, doğal yaşamla ve yaşamın doğallığıyla ilgileniyor. Daha önce bu gazetede yazdığım bir yazıda bu sorunlarla bizi uğraşma noktasına taşıyan dönemin yetmiş yıl önce yani II. Dünya Savaşı sonrasında başladığını söylemiştim. 1945 sonrasında gelişen modernleşme çılgınlığı dünyayı kasıp kavurduğunu fark edemedi. Onu ancak alfa kuşağı ayrımsadı ve dile getirdi. Nihayet o deliliğin sonuna geldik. İnsanlık kendisine, tüm canlılara ve doğaya ettiği kötülükleri onlara karşı işlediği suçları şimdi tamir etme çabasında.
İşte bu onarım eğer kalıcı olsun isteniyorsa çevre sorunlarının öncelikle politik olduğunu bilmeliyiz. Her politik/ideolojik yaklaşım kendi ekonomisini doğurur ve onunla etkileşir. Bugün çevre ve iklim koşullarının yozlaşmasıyla meydana gelen yeni ekonomik yapının ve onun politik açılımlarının ayırtında olmaksızın meseleyi sadece ormanlar, denizler, ağaçlar şeklinde nitelendirerek daha fazla ilerleme sağlanamaz. Ortada ekonomik ve politik yapıyı kökten değiştirmeyi gerektiren bir gerçek var.
Antroposantrik (insan merkezli) bir dünyada yaşıyoruz. Bu gerçek, kendi hemcinslerimize sahip çıkmakla, yoksulluğa, eşitsizliğe, ekonomik haksızlığa ve adaletsizliğe karşı gelmekle biçimlenir. Kaynağında çevre ve iklim koşullarının iyileştirilmesi varsa ki var, o zaman o tartışmayı yaparken bu gerçeği de enine boyuna vurgulamak gerekir.
Küresel iklim sorunlarının anlamı budur.