Uzun zamandır seyretmeyi terk ettiğim televizyondaki tartışma programlarına bir girip baktığımda hiçbir şeyin değişmediğini görmek gerçekten hüzün vericiydi.
Bir iki program dışında gerek hükümet yanlısı gerek muhalif kanallarda neredeyse yankı odaları kıvamında, sadece aynı düşünce birliğindeki veya aynı siyasi /kültürel cenahta olanların birbirlerini teyiden konuştukları programlar, izleyiciyi öteki dünyadan, başka hakikatlerden kaçırmanın en ucuz formülünü sunuyorlar ve netice itibariyle gerçeğe ihanet ediyorlar.
Bu programlar, sürekli, ‘evet’, ‘tabii ki’, ‘aynen’,’ çok haklısınız’, ‘tamamen katılıyorum’ gibi ifadelerin havada uçuştuğu, konuşmacıların birbirlerine sürekli güzelleme yaptıkları bir kitsch tabloyu andırıyor adeta. Katılımcılar o kadar aynı doğrultuda ve tıpatıp benzer dünya görüşleri içindeler ki, tartışma programı bir noktadan sonra bol kahkahalı bir çay sohbetine dönüşüyor kaçınılmaz olarak. Oysaki onların dünyalarının ötesinde farklı dünyalar var. Belki bunun farkındalar ama içselleştirdikleri düşünce pratiğinden olsa gerek veya gerek ekonomik gerek kültürel gerekse de dinsel nedenlerle, farklı bir dünyanın olduğunu görmezden geliyorlar. Oysa ki, öteki dünya, birkaç insan mesafesi uzaklığında.
Tam bir içe kapanma, koyu bir sosyal muhafazakarlık, sert bir dogmatizm tablosudur bu.
Bu küçük dünyalarında, insan sadece kendi sesinin yankısının izlenimini verecek sesleri kabul edebiliyor. Farklı ses, düşman bir sestir veya anında yok edilmelidir ya da gücün arkasına sığınılarak görmezden gelinmelidir.
Sözde karşıt düşüncelerin bulunduğu tartışma programları ise aynı anda birbirlerine bağırarak konuşulan, ne kendilerinin ne de seyircilerin ne denildiğini anlamadığı toplu monolog seanslarına dönüşüyor. Veya kazara birbirlerini dinleyenler, farklılığa dayanamayarak herkesin önünde çirkin sözlerin ve dayanaksız ithamların şehvetine kapılarak birbirlerine dokunmadan yaptıkları bir boks maçına dönüştürüyorlar sözde tartışma programlarını.
Oysaki, 1970 ve 80’lerdeki sert siyasi ortama rağmen karşıt siyasi partilerin liderlerinin tamamı, birlikte canlı yayınlara çıkıp birbirlerini sert sözcüklerle itham etmelerine rağmen hoşgörü ile dinleyip kendi tezlerini ve görüşlerini sundukları programlar yapmışlardı. Bugün böyle bir programın yapılmasını hayal bile edemiyoruz.
Bugün, demokratik siyaset kültürüne ve çok partili sistemlere sahip ülkelerde görülen karşıt görüşlü siyasi lider tartışma programları bizde maalesef son 20 yılda rafa kalkmış durumda.
Neden bu hale geldik? Neden birbirimizi dinlemeye dahi tahammül edemez hale geldik? Neden karşıt görüşün düşünmeye değer bile olmadığına inananlar çoğunlukta artık? Neden sıra dışı bile sayılamayacak bir karşıt görüş, kolaylıkla ‘hainlik’ payesine ulaşmakta?
Zira ülke olarak, toplum olarak sorgulama kültürünü, geleneğini iyice kaybettik. Zira kapandığımız dünyadan farklı dünyalar olduğunun gerçeğini görmek istememeye başladık. Zira farklı düşüncelerin beki de hakikate ulaşılmasında bize rehberlik yapabileceğini unuttuk iyice.
Velhasıl, şüpheye yer vermeyen, hayatı ve meselelerini sorgulamayan, tek hakikatin inandığı doğrular olduğunu külliyen kabul eden insanların çoğunlukta olduğu, farklılığı yaşamsal ve varoluşsal bir tehdit olarak algılayan bir coğrafyaya dönüştü bu topraklar.
Böylesi bir coğrafyada toplumsal ilerleme beyhude bir beklenti olacaktır.
***
Hakikate ulaşmak için olmazsa olmaz olan sorgulama kültürünün, felsefe disiplininin en temel kaynağı olduğunu hatırlatmakta fayda var. Felsefe terimi Yunanca bilgi severlik anlamına gelmekte. Diğer bir deyişle bilgi edinme yoluyla gerçeği arama sürecini içerir felsefe. Bilgi şüphenin hem gıdasıdır hem panzehridir. Bilgi sayesinde anlamlı şüphe veya anlamsız olduğu belirlenen şüphe insanı doğruya götürür. Bu da sorgulama kültürünün içselleştirilmesini sağlar. Bir anlamda felsefe meraka, şüpheye dayalı bir düşünme sanatıdır.
Bu topraklarda felsefe, Osmanlı döneminde genelde dinin baskısı yüzünden Tanzimat dönemine kadar çok zayıf bir düzlemde var oldu. Bu dönemden itibaren yavaş yavaş bir kıpırdanma olur ama asıl olarak 1908’deki İkinci Meşrutiyet’le beraber kendi adı ile eğitim kurumlarında ders programlarına girer. Türkiye Cumhuriyeti’nin ilanı ile felsefe dersleri özellikle lise eğitim müfredatına yoğun bir giriş yapar.
1935 eğitim yılında her ders için hazırlanan kılavuzlarda felsefe dersinin amaçlarından bazıları şöyle belirlenmişti:
“…İnsanı bir bütün halinde tanımak için fizik ve fizyolojinin verdiği bilgileri psikolojik ve sosyal hayata ait bilgilerle tamamlamak; gençleri dar görüşlülükten kurtarıp her meseleye ayrı ayrı noktalardan bakabilme melekesini kazanmalarına da yardım etmek… Her yurttaşın gündelik hayatında önüne çıkan ekonomik ve sosyal vakalar üzerinde düşünme melekesini kazandırmak…”
Çok net bir şekilde görüldüğü üzere genç Türkiye Cumhuriyeti’nin eğitim politikası, gençleri ‘Her meseleye ayrı ayrı noktalardan bakabilme’ yeteneğine sahip olabilmesi doğrultusunda ilerlemeyi hedeflemiş. Felsefe disiplini, ilerleme ve ‘dar görüşlülükten’ kurtulup gerçeğin aranması yolunda önemli bir zihni donanım olarak görülmüş.
Bu görüşün yıllar içinde erozyona uğramış olması ve lise müfredatında felsefe derslerinin yoğunluğunun azaltılması son derece yanlış bir eğitim politikası olarak kayda geçmeli.
Bugün, felsefe derslerinin, lisede sadece bir sene için, o da haftada sadece iki saat olup diğer senelerde seçmeli ders olarak sunulması son derece düşündürücü, bir o kadar da üzücü bir gelişmedir.
Hakikate ulaşmak için, diğer bir deyişle bir ülkenin gelişmesi ve zenginleşmesi için eleştiri ve sorgulama kültürü var olmak zorunda. Dünyadaki kimi ülkelerin bu kültürü içselleştirdikleri oranda gelişip zenginleştiğini gözlemlemek pek mümkün. Felsefe ile gelişmişlik arasında güçlü bir bağ olduğu çok açık.
Bizim memlekette ise felsefe ve derslerine giderek daha az önem verilmesinin, gelişme yolunda bize büyük darbe vuracağını siyasilerin görmesini istemek vatanseverlik bağlamında güçlü bir dilek olsa gerek.
Felsefe, gerçeğe yakınlaşmakta en büyük araçlardan biridir. Felsefeye ve onun motoru olan sorgulamaya ne kendi için ne de başkaları için istekli olmayan bir irade gerçeği yakalayamayacak, yılları heba edeceğiz. Toplumu da tek tip bir düşünce kültürüne teslim edeceğiz.
Televizyon programlarında sorgulamadan kaçan, merak etmeyen, sadece inandığına inanmak isteyen, kendi gerçeği dışında var olan başka gerçeklere yüzünü çeviren kalabalıkların monologlarını izlemekten ülkem adına hicap duyuyorum.
Ezcümle; felsefe, hemen şimdi lütfen!