On ülke büyükelçilerinin Osman Kavala'nın tutukluluğunun dördüncü yılında yaptığı açıklama sonrası artan gerilim, yine bu ülkelerin yaptığı ‘içişlerine karışmama’ yönündeki açıklama sonrası azaldı. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan resmen talimat vermemiş olsa da Afrika dönüşü aslında Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu'na büyükelçilerin 'persona non grata' yani 'istenmeyen kişi' ilan edilmesi konusunda çalışmasını söylemişti. ABD, Kanada ve Hollanda'dan 18 Nisan 1961 tarihli Diplomatik İlişkiler Hakkında Viyana Sözleşmesi'nin 41. Maddesi'ne bağlı olduklarına dair bir açıklama geldi. Bu madde, kendilerini kabul eden ülkede görev yapan diplomatik yetkililerin "o ülkenin içişlerine karışmamakla yükümlü" olduğunu belirtiyor.
Böylece, ortak duyuruya imza atan ülkelerle Türk Dışişleri arasında yürütülen görüşmeler sonucunda, ilgili ülkelerin yeni bir açıklama yapması ya da açıklamalarını geri çekmesi yerine, bir kısmının halihazırda taraf oldukları Diplomatik İlişkiler Hakkında Viyana Sözleşmesi'ni hatırlatmasıyla krizin büyümesinin önüne geçilmiş oldu.
Batı ile ilişkilerimiz dalgalı hatta fırtınalı denizlere benzer. Hani bir türlü düzelmeyen, bir dargın bir barışık ilişkiler vardır ya sürekli restleşmelerle yürüyen ilişkiler; düzeyimiz hep orada kaldı ve maalesef ilerlemedi. Oysa Osmanlı Devleti’nin son dönem padişahları III. Selim ile başlayan II. Mahmut’tan itibaren devam ettirilen, güçlü bir biçimde dönüştürüldüğü hissedilen Batı odaklı bir devlet sistemine doğru gidişatımız olduğu da tarihi bir gerçektir. Başımıza türlü felaketler yağdıran emperyalist Batı’dan alınan ‘modernleşme’ önerilerini önce Osmanlı sonra da Türk insanına benimsetme inancı; önce Osmanlı sonra da Türk yönetici sınıfının, entelektüelinin yaşam amacı olmuştur.
Türk modernleşmesinin en önemli mihenk taşlarından biri olan ‘laiklik’ en önemli tartışma konularından biridir mesela benimseyenler ve benimseyemeyenler arasında. Neden biliyor musunuz? Çünkü imparatorluklar çağında Sünni Müslüman bir adamın kendisini bir Hristiyan’la aynı kefeye koyması, aynı haklara sahip olduğunu anlayabilmesi adeta imkansızdır. Bu zihinsel arka plan aslında bugün de sinsice bizleri etkiliyor. Dinsel bağlar üzerinden gittim çünkü yine maalesef çok partili hayata geçtiğimiz 1949-50’lerden beri çoğunluk Türkiye’yi yönetmiş tüm sağ partiler; Demokrat Parti, Adalet Partisi; modernleşmenin gerekliliklerini, gırtlak gırtlağa boğuştuğumuz emperyalist Batı dünyasıyla neden zihinsel kodlarımızı uyumlamamız gerektiğini halkımıza asla anlatmadılar. Cumhuriyet’in kurucu değerlerini çok da önemsemediler, benimsemediler. Hep kolaycılığa kaçtılar. Bolca hamaset, bolca popülizm, bolca din sömürüsü yaptılar; yetmedi bir de bunu milliyetçilik sosuna bulayıp konunun özünden, nedenlerinden toplumumuzu iyice uzaklaştırdılar. Hemen her aksi giden işimizde yerden yere vurduğumuz Batı dünyasına acaba neden bunca gencimizi kaptırdığımızı, 1955’lerden sonra II. Dünya Savaşı sonrası Almanya, Avusturya, Hollanda, Belçika, Fransa’ya; Anadolu’nun gencecik, tazecik, gücü kuvveti yerinde milyonlarca insanını, daha Türkiye’nin bir büyük kentini görmeden, eğitmeden, ısındırmadan, uzaya fırlatır gibi gönderen dönemin yöneticilerine bunca yerdiğiniz Batı’ya niye yolladıklarını soramıyoruz. Hatta ayrıca mesela bu yüzden bugün Anadolu kentleri ıssız, sessiz, güçsüz kaldı, bu yüzden geride kalan milyonlarca insan da 1950’lerden itibaren Türkiye’nin batısına, güney kentlerine aktı; kentler düzensizleri, altyapı yetersizlikleri yüzünden bugün hepimizi adeta hasta ediyor. Bir yandan dış göç, öte yandan iç göçle Anadolu kısırlaştırıldı. Modernleşeceği yerde sağ iktidarlarca muhafazakarlaştırıldı, çağdaş dünyadan ve dünya değerlerinden uzaklaştırıldı, yalnızlaştırıldı, yabancılaştırıldı.
İşin öteki tarafında da yerinden yurdundan ettiğiniz bunca insanın acaba ah’ı mı tuttu diye de soramıyoruz. Biliyorsunuz bu toprakların da büyük bir mistik gücü ve buraları terk edenlerin de büyük hayal kırıklıkları, acıları, yarım kalışları var. Cumhuriyet’in ilk yıllarından günümüze büyük çelişkilerle dolu Türk yönetici sınıfının, Türk entelektüelinin işine nasıl gelirse öyle davranarak Batı dünyasını da aptala döndürdüğünü düşünmeden edemiyorum açıkçası.
1912’de I. Balkan Savaşı’yla başlayan, II. Balkan Savaşı, I. Dünya Savaşı en sonunda da Mustafa Kemal’in Samsun’a çıkarak başlattığı ve 10 yılda 5 milyon insanını kaybeden ve savaştığı Batılı devletlerle Lozan’da aynı masaya oturup bağımsızlığını tescil ettiren Türkiye’nin kurucu babaları devletin modernleşmesinin gerekliğini görmüş ve neredeyse 150 yıl önce atılmış adımların devamını getirmişlerdir. Zorlama değil zorunluklar olmasaydı yapmazlardı, modernleşmezlerdi yani öteki ifadesiyle ‘Batılılaşmazlardı’! Osmanlı orduları Batı dünyası karşısında savaşları kaybetmeseydi askeri okullar kurmazlardı, Batı dünyasına mal satmak; onlardan mal almak zorunda kalmasalardı takvimler değişmezdi, savaşlarda erkekler kadar bazen cephede bazen de cephe gerisinde kadının önemi anlaşılmasaydı, 1908’de II. Meşrutiyet dönemi yüzlerce kadın dergisinde “Bizim artık cumbaların dışındaki, sokaktaki hayata katılmamız şart” diyen güçlü kadınların yazıları olmasaydı kadına seçme seçilme hakkı vermezlerdi. Örnekler bitmez…
Bunca Batılılaşma maceramıza, çabamıza rağmen aslında anlamamız gereken çıktığımız bu yolda neredeyse tamamıyla silinmiş, iğdiş edilmiş hafızamızı, aslında neyi neden yaptığımızı ve neden yapmaya devam etmek zorunda olduğumuzu, yapmazsak neleri kaybetmekle yüz yüze kalacağımızı kavramak. Popülizmi bırakıp doğruları görmek ama öte yandan da kendi kültürümüzü unutacak, ezik görünecek ölçüde kendimize yabancılaşmamak.