Zeynep Günay Tan…
Bir vesileyle karşılıklı oturduğumuz bir öğleden sonrasında; sessiz, derin, takipçi ve farkında bakışlarının ardında çok daha büyük, başkalarınınkine benzemeyen zenginlikler olduğunu anlamıştım. Ama elindeki kalemi, gülibrişimlerle tuttuğunu asla bilemezdim. Gülibrişim, ipek ağacı demek... İpliği de vardır, en güzel renklerle en doğru kumaşları birbirine bağlayan, işleyen… Öyle bakmış bu zengin hikayeye… İpek gibi yumuşak ve sağlam…
Kulüp’le böyle tanıştık.
Biz biliyorduk onun kapısını ama bilmeyenler de en az bizim kadar kolaylıkla girdiler içeri… Girdiler ve içerisinin ne kadar efsanevi bir zenginlikte olduğunu gördüler…
Bir dizi film projesi…
Bir dönem hikayesi…
Bir hayat dersi…
Gerçek, en küçük ayrıntısına kadar…
Hayata, onun hayat olmanın çok ötesinde bir gerçeklik olduğunun farkındalığıyla yaklaşan çok az insan vardır. Tan da böyle bir göze sahip bana göre… Yoksa nasıl yakalardı toplumumuzun rengârenk, neşeli, coşkulu, dikkatli, zevkli; hüzünlü, acılı, kararlı, cesur ve farkında taraflarını? Kelimeleri nasıl hem bu kadar cömert hem de bu kadar tasarruflu kullanarak düşündürebilirdi hem geniş toplumu hem de tüm dünyayı?
Geçmişe kısacık açtığı koridorlarla, seçtiği kilit kelimelerle hepimize kendi hikayemizi yeniden yazdırmayı başardı. Bizi siyah - beyaz bir geçmiş karesinde Aşkale’ye, Varlık Vergisine kısacık götürüp uzun uzun düşündürdü. Atılan bir tokadın acısında; aşkın, sevginin ziyan tarafını, insan olmanın ne zor bir iş olduğunu anlattı. Büyük Hendek’e Bankalar Caddesine, Tepebaşı’na, Tünel’e, İstiklal’e, Yemenici’ye, Lebon’a, Markiz’e, Adalara bir kez daha baktırdı. Medina’yı, Aseo’yu, Pinto’yu, Vedre’yi, Borekitas’ı, Şabat’ı, Sinagog’u, Purim’i; ekmek sepetinin beyaz örtüsünü, gülibrişim ipliklerle yumuşacık birbirine bağladı. Biz; bildiğimiz, duyduğumuz her kelimede, onun arkasına saklananları düşündük. Bu sözcükleri ilk defa duyanlarsa, merakla baktılar hiç bilmedikleri hikayeye…1950’lerin Türkiye’sine, İsrail’e baktılar. Soyadlarına, sokaklara, insanlara, öteki olmanın zorluğuna; patlıcanlı, peynirli, ıspanaklı, patatesli çöreklerin gevrek tadına… Haksızlığa, acımasızlığa, seçkinliğe, farklılığa, benzersizliğe, dikkate, zekaya odaklandı herkes; düşünmeye, hissetmeye… İstanbul’u gezdik beraber, Beyoğlu’nu, Pera’yı, Galata’yı… Arnavut kaldırımlarının taşları arasına sıkışıp kalmış isimsiz anıların farkına vardık. Mücadelenin, ısrarın, kabulün, kararlılığın, gözü karalığın, aynılığın, hayatın zıtlıklarının; yenilginin, zaferin neticelerine baktık. Kabullenmenin bazen zorunluluk bazen de tercih olduğunu görünce biraz da olsa şaşırdık, düşündük, arkasını merak ettik…
Kelimeler, yalnızca iki nokta üst üste’nin doğrudan karşılığı değildir. Onların her birinin gerisinde, kimsenin bilmediği bambaşka anlamlar birikmiştir.
Dizinin ışığı da aksettirdiği dönem gibi…
Loş…
Aydınlık olmaya çırpınırken karanlıkların gölgesinde mecburen kalarak hem çok durgun hem de fırtına hızıyla ilerleyen, göreceli bir zaman sahip…
Karar almanın, almak zorunda kalmanın, alamamanın; aldığı karardan emin olamamanın, âşık olmanın, ayrı kalmanın, özlemin, zorunluluğun öyküsü bu dizi…Ona masal demeyi çok isterdim ama masal olamayacak kadar yaşanmış bir öykü bu… Yüzyıllardır var olan, anlaşılmış, anlaşılmamış; bakılmış, görülmemiş; duyulmuş, dinlenmemiş; hem konuşulmuş hem de sonsuza kadar susulmuş, kanıyla canıyla var olmuş, var olan ve var olacak bir öykü…
Birileri çıkar; bin bir kişiyi, bir düş altında aynı anda birleştirir.
Bizim bu güzel düşü görmemizi sağlayan tüm yüreklere gönülden teşekkürlerimle…
Altı bölümün sonunda uykumdan uyandım ama umarım yeniden uyuduğumda düşüm, kaldığım yerden devam eder….